29 Aralık 2010 Çarşamba

1 OCAK ya da İSA PEYGAMBERİN SÜNNET GÜNÜ

Hristiyanlar takvimde güneşi esas almışlar ve başlangıcını 1 Ocak olarak saptamışlardır. İsa peygamberin doğum günü diye 24 Aralık’ta Noel (doğum) kutlaması yaptıkları halde neden takvim 1 Ocak’ta başlar?

Yahudilerde erkek çocuk, doğduğu gün değil, sünnet olduğu gün gerçekten doğmuş kabul edilir. Türklerde de erkek çocuk sünnet olduğunda “şimdi erkek oldu” denir. Oysa çocuğun doğuştan cinsiyeti bellidir. Ama sünnet, yeniden doğuş/gerçek doğuş olarak kabul edilir. Bu inanış Mezopotamya uygarlıklarından bile eski, çünkü Afrika’da bulunan ilk insan kalıntılarını inceleyenler, sünnetin çok erken tarihe uzandığını açıklıyor.

Yahudiler erkek çocuğun doğumundan sonra 8. günde onu sünnet ederlerdi. Bu nedenle, İsa peygamberin de 1 Ocak günü sünnet olduğuna inanıldığı için “gerçek doğum günü” 1 Ocak olarak kabul edilmiştir, miladî takvim de bu günden başlatılmıştır.

21 Aralık 2010 Salı

TRUVA GERÇEKTE NERDE İDİ?

Çanakkale, Hisarlıktepe’de ortaya çıkarılan antik yerleşim yerleri gerçekten de destanlardaki Truva mı? Zamanında Asya’nın en büyük kentlerinden biri olan Truva, Hisarlıktepe’deki küçük alana uymuyor.
Schliemann yer tespitini yanlış yapmış olabilir mi? Bunu düşünenler gitgide çoğalıyor.
Hisarlıktepe kazılarında ortaya çıkanlar, Truva hakkındaki kaynaklara fazla uymuyor.
Peki Truva başka nerede olabilir?
Bu konuda araştırma yapanlar az değil. Tüm kaynakları tekrar tekrar tarayanlar, bu konuya kafa yoranlar, çeşitli makaleler ve kitaplar yazanlar var. Yazıları okuyunca bir yer öne çıkıyor.
İşaretler bir yere odaklanıyor:
İzmir’in çok tartışmalı bir ilçesine...
Son zamanlarda sürekli tartışma ve eylem odağı olan bir ilçe.
Yok altın aramaymış, yok Allianoimuş, sürekli gündemde olan, üzerinde sürekli bir tartışma çıkan ilçe.
Yoksa tüm bu altın çıkarma faaliyetiydi ıvırdı zıvırdı, bahane mi?
Neresi dersiniz bu yer?

20 Aralık 2010 Pazartesi

DİYET İNSANA KAFAYI YEDİRTİYOR

Oldum olası diyet sevmezdim, demek haklıymışım: Purdue Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmaya göre, yeme içme alışkanlıklarındaki değişiklik, davranış ve zihinsel işlev bozukluklarına yol açıyormuş. Üstelik saç dökülmeleri de artıyormuş. Bu konuda en sabıkalı besin ise; şeker. Vücut (ve beyin) şeker fazlasına hiç iyi tepki vermiyormuş, bunu da bilin. Kısacası, eski ağza yeni taam için pek heves etmeyin.

17 Aralık 2010 Cuma

BUWA

Çocuklar su için “buwa” derler. Bu, suya çeşitli dillerde verilen isimlere kaynaklık etmiş olmalı:
Türkçe’de “bu” ile başlayan ve su ile ilintili sözcükler var:
Bulak: pınar
Buğ: buhar Buğ, (buhar) su kaynayınca oluşur.
Buğu; “bu-ğ”dan türemiş olmalı
Buğulama: az su ile pişirme (buharda pişirme)
Buvanak: yağmur bulutu. (Belki bulut sözcüğü de “bu-“ ile ilintilidir.)
Busarık: sisli, bulutlu
Bulamaç: sulu, cıvık hamur
Bunar: Halk dilinde kaynak, çeşme, pınar anlamında kullanılır, “pınar” sözcüğünün ağız değişmesi olabilir veya bir evrimsel ilişki izi taşımaktadır.
Burgun / sürgün: sulu dışkılama, ishal anlamındadır. Sürgün, “su → sü” şeklinde ses değişmesi ile evrimleşmiş olabilir.
Bus: (halk ağzı) sis
Püskürtme; yine ses değişimi izi olabilir...
Buz: suyun donmuş hali.

Bazı hint –avrupa dillerinde de su, bu-wa’nın wa kısmı ile başlıyor:
Wa-ta-ra (Hititçe)
Wasser (Almanca)
Water (İngilizce)
Woda (Polonyaca)

Hydro ile başlayan ve su ile ilişkili kelimeler de watara ile ilişkilidir. Hititçe, eski Yunanca arasında w – h seslerinin yer değiştirdiği başka örnekler de vardır. Şu tabloda bu ses değişimleri belki daha iyi izlenir:
Wa – ta – ra
Ύ – δ - ωρ (İ –d – or okunur)
Hy –d – ro

4 Aralık 2010 Cumartesi

ARALIK BAYRAMLARI: ŞEB-İ YELDA, SATURNALIS, NOEL

20 – 21 Aralık en uzun gecenin yaşandığı zamandır. 21 Mart’a kadar devam edecek olan “gece mevsimi” öteden beri çeşitli etkinliklerle kutlanır. Doğu’nun güneş tanrısı Mitra için yılın bu zamanlarında kutlamalar yapılırdı. Mitra’nın simgesi başa geçirilen uzun bir külahtı. Doğu’dan batıya gelince bu külah “Frig beresi”ne dönüştü. Aralık şenliklerinde başa Frig beresi geçirilirdi. Daha da batıya gidince bu adet, Roma’da “Satürnalis” şenlikleri şeklinde kutlanmıştır. Saturnalis’te bir masanın etrafına oturulur, başlara Frig beresi geçirilir, hep birlikte yemek yenirdi. Bu sofralarda köleler de efendileri ile birlikte yemek yerdi.Bundan dolayı Frig beresi, eşitliğin, özgürlüğün simgesi sayılmıştır. Fransız devriminin de sembolü olması buradan gelir.

Geçmişin Satürnalisleri bugün “noel” bayramı olarak kutlanıyor. Çam ağacı, görünüş olarak Mitra’nın külahına benzer. Noel için bezenir, süslenir, Mitra’nın ışıltısı böylece canlandırılır. Hristiyanlığı halka benimsetmek için eski adetleri böylece evrimleştirmişlerdir. Noel, 24 – 25 Aralık gecesi kutlanır. Noel için, İsa’nın doğum günü denir. Daha önceleri Mitra’nın doğum günü olarak kutlanan gece, artık bu şekilde kutlanmaktadır. Noel’de bir arada yemek yenilir. Böylece de Saturnalis adeti devam eder.

İran’da bu günler, “şab-ı yalda” yani, “yelda gecesi” olarak kutlanır. Zerdüşt geleneğinden bu yana süren kutlama geleneklerindendir. Yine topluca sofralara oturulur yemekler yenir. Özellikle kırmızı renkli yiyecekler seçilir; karpuz yenir mesela. Kırmızının önemi, güneşi simgelemesinden gelir. Bunun dışında özellikle tarım ürünleri- sebzeler mutlaka sofrada olmalıdır, zira tarım, güneşin sağladığı bir geçim yöntemidir. Yelda gecesi, yoksullara yardım edilir, yiyecek verilir. Saturnalis’teki kölelerin, efendilerin sofrasında yer bulması ve noelde hediyeler verme geleneği, yüzyıllardan beri gelen bir paylaşma ritüelinin farklı yansımalarıdır.

Noel kelimesi için, doğum anlamına gelen “natalis”ten gelir denir. Peki yelda ne demektir?
Yelda, aramice “velede”den gelmektedir, anlamı yine “doğum”dur. Dilimize Arapça’dan gelen velet (çocuk/lar) sözcüğü de aynı kökten türemiştir.

30 Kasım 2010 Salı

ÇOBANYILDIZI /VENÜS ya da ERTE – ARTE – ORTA – EŞİT

Türkçe’nin evrimini inceleyen Türkologlar, bu dilin “r/l” dilinden “ş/z” diline doğru evrim geçirdiğini belirtirler. Bir diğer değişle, bugünkü Türkçe’deki “ş” , “z” gibi seslerin geriye doğru “r” “l” gibi kökenleri vardır. Kullandığımız kelimelerdeki ses değerleri yer ve zaman ile değişse de biraz deşeleyince ortak köklerini ele veriyorlar. İşte bunlardan bazıları:

Erte: erte kelimesini bugün “ertesi gün” örneğin de olduğu gibi “sonra” anlamında kullanıyoruz. Ama eskiden Türkçe’de “erte”, tan vaktini gösterirdi. “irte”, “erte” halk edebiyatında çok geçen bir sözcüktür ama buralarda daha çok “tan zamanı”, “şafak sökerken” demektir.
“Bâmdâd İrteye yakın” (Şamil)
“Sen bugün sabreyle irte gel heman
Hem seninle ceng idelim bil ayan.” (Battal)

Venüs diye bilinen yıldız için Çobanyıldızı, Çobanaldatan gibi isimler verilir. Bir tan vakti görülür bir de akşam gün tam batmışken... Yani Venüs, “erte” yıldızıdır. Venüs’ü İskitler “Artimpasa” veya “Argimpasa” diye adlandırıyorlar. Arnavutça’da da tan vaktine “agim” deniyor. “pasa” uzantısının anlamı ne olabilir? Bunun için bazı araştırmacılar; “oğlu/kızı” anlamına gelir diyorlar. O zaman, “Artimpasa” için “erte kızı” denebilir, bu da Venüsü tarif eden bir anlam taşır.

Batı dillerinde sanat anlamına gelen “art / arte” sözcüğünün kökeni belli değildir. Ama Venüs ile sanat ilişkisi üzerine çok yazı yazılmıştır.

Tan vakti için, Öskara (Bask) dilinde “eredu” deniyor. “haren eredura”; ışığın eşit gücü anlamına geliyor. Tan vaktinde karanlık ile aydınlık bir anlığına eşittir.

Türkçe’deki “orta” ve “eşit” sözcükleri“erte” ile aynı kökten gelmiş olabilir mi? Bunu incelemek gerekir.

Nişanyan, “orak” sözcüğünü incelemiş, or- / yar- benzetmesi kurmuş. Yani yarmak fiili eş anlamlı “ormak” fiili olabileceğini varsaymış. Türkçe eklemeli dildir ama, bu dildeki sözcükler zaman içinde ses değişimlerine uğramıştır. Orta kelimesi pekala erte/irte ile ilişkili olabilir. Çünkü erte vakti tan vaktidir, bir diğer deyişle, karanlığın çözülüşü ile gün ışığının yükselişi ortasındaki zamandır. Or sözcüğü tek başına merkez anlamına gelir. Erte’de de bir orta ve eşit olma durumu var. Eşit sözcüğü için Özbekçe’de “işteng” denmekte, Uygurca’da “iştän”. Bu sözcükler ortak bir kökene sahip olabilir.

Babil tanrıçası İştar da Venüs'tür, Sümerlerin İnanna'sıdır.

25 Kasım 2010 Perşembe

HOSPES, HOPITAL, SPITI SOUS LA GARDE D' AILE D'OISEAU

Hospes en latin comprend les significations de visiteur, hôte et étranger. Pas bizarre?

Le mot “spiti” en grec, signifie “maison”. Auparavant, dans le dialecte des chypriotes, c’était “ospiti”. Durant les croisades, les chevaliers de Saint-Jean avaient fondé des “abris comme la maison” afin de soigner les malades et blessés, au Chypre. Ils devraient appelé ces abris-là; “ospital”. En anglais c’est “hospital” (se lit ospitle). Ce mot a été évolué en français comme “hôpital”.

Et d'où vient le mot "hospes"? Cela devrait être “aile d’oiseau”.

Le mot “auspice” signifie: appui, patronage, recommandation. Et dans l’Antiquité, c’est le présage tiré du chant ou du vol des oiseaux. Ce sont des mots ayant des sons pareils et significations concernées.

L'Origine signifiant "aile d'oiseau" dévoile le mystère.

23 Kasım 2010 Salı

AEOLOS ADASI NAM-I DİĞER GÖKÇEADA

Homeros’un derlediği çeşitli halk söylencelerini bir öykünün içine yedirerek aktardığı kitabı Odissea’da Aeolos adası olarak geçen yer; Gökçeada olmalı. Aeolos’un anlamı da “yel” olabilir.

Homeros, “Aeolos” için, “rüzgârların efendisi” der. Aeolos adasında oturur, Odisseus’a sığır derisinden bir tulum verir, içine rüzgâr doldurmuştur. Ülkesi İthaka’ya giderken yolda rüzgâr gerekirse, gemisi kolay yol alsın diye.. İthaka, Aeolos adasından gemi yolculuğu ile dokuz gün dokuz gece uzaklıktadır. Ancak tayfalar, tulumların içindekileri yiyecek sanıp ağzını açarlar ve tüm rüzgârlar boşalır. Gemi uzaklara, çok uzaklara sürüklenir.

Odissea’da geçen Aeolos adası olsa olsa Gökçeada'dır. Gökçeada’da yılın 300 günü rüzgârlı geçer, Aeolia gibi Kuzey Ege’de yer alır. Odissea’da Aeolos, Odisseus’u uğurlarken ona poyraz verir. Gökçeada’nın da hakim rüzgârı poyrazdır. Bu bölgenin en kuvvetli rüzgârları Şubat ayında eser. Yöre’de, yazın fırtına çıktı mı, “Şubat gibi” derler. Odissea’de anıldığı gibi bir deniz yolculuğu yaşanmışsa, geminin yolundan sapması, Şubat dolaylarında olmalıdır.

Aeolos / Gökçeada, Truva’dan ayrılan Odisseus’un üçüncü durağıdır.

18 Kasım 2010 Perşembe

ÖLÜ YAKMA GELENEĞİ NERDEN İCAP ETTİ?

Avcı toplayıcı topluluklar, bir vakitte ölülerini gömmeye başlamışlardır. İlk ölü gömme adetlerinde, ölüyü, anne karnındaki biçimde gömmüşlerdir. Daha sonra, ölülerin, küplere konduğu görülmüştür. Çatalhöyük insanları, ölülerini küplere (yine cenin formunda) koyup, evlerinde saklamışlardır. Cenin formunda gömme, yeniden doğuş inancının göstergesidir. Ölüleri küplere koyma, kötü kokuya neden olacağı için, bunun öncesinde ölülerini açık havada toprağa serip, akbabalara sunmuşlardır. Akbabalar ve diğer vahşi hayvanlar, tüm etleri yiyip temizledikten sonra, ölülerden kalan kemikler küplere yerleştiriliyordu. Tabii bu, yine de koku unsurunu tamamen ortadan kaldırmış olmayabilir. İnsanlar, mutlaka bunun sakıncalarını yaşadılar ki, ölü yakma adetini geliştirdiler. Bu adet incelendiğinde, görülür ki, ölüler tamamen kül olana dek yakılmamaktadır. Bir miktar kemik kalınca ateş söndürülmekte, kalan kemikler ufalanarak toz haline getirilmektedir. Bu da, ölüsünden ayrılmak istemeyenler için gerek muhafaza etme bakımından, gerekse gömme yeri tasarrufu bakımından geride kalanlara yararlar sağlamıştır.

15 Kasım 2010 Pazartesi

MEDLERİN DİLİ

Medler, İrani bir halk olarak bilinir. Oysa, bu halk, Pers kavimleriyle sonradan kaynaşmıştır. Med dili üzerine yapılan araştırmalar bu dilin Türkçe'ye yakın olduğunu ortaya çıkarmıştır. Örneğin Med dilinde fiil cümlenin sonundadır. İsimlerde cins gözetilmez (eril / dişil ayrımı yoktur). Eklemeli dildir.

11 Kasım 2010 Perşembe

AKSA TEPELERE EV KURMUŞLAR, AKROLARA ÇIKMIŞ BAKMIŞLAR

“Işık doğudan yükselir” demiş Romalılar; kültürün doğudan geldiğini anlatmak için. Doğu kökenli kültürlerin izi, dillerde hala barınmaktadır. Bunu bir örnekte şöyle inceleyebiliriz:

Gök kelimesinin Türkçe’de kökeni olarak “kök” kelimesi bilinir. Oysa dilde daha eskisine dair izler var:

Gök kelimesi, “kök”ten daha önce “γok” ya da benzeri bir kökten geliyor olmalı. Buradaki gamma ile belirtilen ses, Türkçe’de “y” ile “ğ” arası bir sestir. Bu ses, doğu Türk dillerinde bulunmaktadır.
Batı Türkçelerinde “gök tanrı” anlamında “yok tanrı” diye geçen örnekler var.
Yukarı kelimesi, yok+garu’dan evrimleşmiştir.Batı Türkçelerinde örnekleri var.
Yine bunlar gibi, yokuş ve “yüksek” kelimesinin de aynı kökten gelmesi de büyük olasılıktır.
Türkler eskiden “gök tanrı”ya taparlardı. Nerde yüksek dağ, tepe varsa, tırmanır dualar ederlerdi. Yüksek, yokuş ve yukarı kelimeleri, gök tanrıya tapınma ile ilintili olarak aynı kökten türemiş olmalı.

Tanrıya tapınmak için yüksek tepelere çıkma, tapınakları yüksek yerlere kurma sadece Türklere özgü değildi. Yunanlar da, tanrılara yakın olan göksel yöneticilerini ve tapınaklarını yukarı şehirlere: “akropolis”lere kurarlardı: (ak+ro ~ yok+garu)

Ya Fenikeliler, Asurlular? Onlar da yüksek yani, “aksa” yerlere kurarlardı tapınaklarını. Bizim iyi tanıdığımız bir örnek: Mescid-i aksa: Yani “yüksek mescit”
(ak, γok, gök, kök, yok) ile (garu, ra, sa) kullanıldıkları dillerde aynı anlamları veriyorlar.
Peki bu üç ayrı dil grubundaki dillerde bulunan anlam ve ses benzerlikleri tesadüf müdür?
Yoksa, ışığın doğudan yükseldiğini bir kez daha mı kanıtlar? Tarihin derinliklerinden gelen bir kardeşliğin bugünlere yansıyan ışıkları mıdır?

7 Kasım 2010 Pazar

TURKANA

Turkana, Afrika’nın ortasında, Kenya ve Etiyopya topraklarının paylaştığı bölgenin adı. Bu bölgenin ünü, burada yapılan antropolojik araştırmalar sonunda elde edilen bulgularla ilişkilidir. Turkana gölü yakınlarında neredeyse bütün halde bir homo erectus iskeleti bulunması gözleri buraya çevirmişti. Bu, 1,6 milyon yıllık bir insan iskeleti idi. Yapılan araştırmalarda insanların geçmişi hakkında çok önemli bilgiler edinildi. Turkana insanı, erişkin yaşta, 1.85 m. boya sahipti ve alet kullanıyordu. Avcı olduğu için güneş altında koşmaktan bolca terlerdi ve terleme nedeniyle, vücut tüyleri azalmıştı.

Daha sonra homo erectus örnekleri, Java adasında (Endonezya), Gürcistan’da ve Denizli’de bulundu. Denizli’de bulunan homo erectus kemiklerinin devamında belki daha pek çok bulgulara rastlanacak, insanlık tarihi için çok önemli bilgilere ulaşılabilecekti. Ancak ticari kaygılarla buna izin verilmedi. Denizli’de çıkan travertenlerin işletmesi, bu ülkenin gelmiş geçmiş hükümetleri için daha önemli oldu!!!

Dönelim Turkana’ya. Bu yazının konusu, yaşayan Turkana. Bu ad nerden geliyor, hangi dilde bu? Turkana gölü (ve bölgesi) adını Turkana kabilesinden alıyor, kendilerine bazen “Turukan” veya “Buma” da diyorlar. Anlamı; “boz boğalar”. Yaşadıkları yere, yurtlarına da; “Turkan” diyorlar. Bu gölün cıvarında yaşayan başka kabileler var ama, bölgeye ad kazandıran kabile; Turkanalar. Bunlar, yaygın ve göçebe bir halk. Gök tanrıçaya inanıyorlar. Adına, Turkana dilinde, yani (ng)aturk(w)ana dilinde, “kuj” veya “akuj” diyorlar. Dilleri için bir sınıflandırma yapılamıyor. Ama fiil kökü, olumsuzluk, nicelik, kişi belirtme için ekler alıyor. Tam olarak denmese bile, eklemeli dil özellikleri taşıyor. Tonlama ile anlam değişiklikleri yapılabiliyor.

Kimi örnekler:
Katı yemek yemek : akı gnam
Katı yemek yedim: à gnam
Sulu yemek yemek: ak imuj
Sulu yemek yedim: à imuj
Seni seviyorum : kà mınà
O beni seviyor: kà mınà
Burada anlam farkı, tonlama ile veriliyor. Yukarıdaki cümleler, aslında geçmiş zamanda. Ama sevgiyi böyle ifade ediyorlar. Türkçe’ye çevirirken şimdiki zamanda çevriliyor. Bir defa sevdiler mi, tam seviyorlar, denebilir mi? Hayır: tonlama ile zaman da belirlenebiliyor.

O gidiyor: è losi
O gitti: è losi
Görüldüğü gibi, öznede ve fiilde kadın veya erkek farkı yok.
Kum yığın(ı): asanyon(i)
Su yığın(ı): ngakip(i)

Tanrı(ça) ile çok yüz göz değiller. Lazım oldukça sesleniyorlar. Boyuna dua etmeleri gerekmiyor. Bir tür büyücü diyebileceğimiz kabile üyeleri, tanrı(ça)nın yetkili temsilcisi sayılıyor, kehanetlerde bulunuyor, yağmurları önceden biliyor, şifacılık yapıyorlar. Büyücülerin yağmura hükmedebildiğine inanıyorlar.
Beyaz adam onları Hristiyanlaştırmak için çok uğraşmış, ancak % 15 gibi bir oranda başarılı olmuş. Ama Hristiyan olanları bile, alttan alta eski inançları sürdürüyorlar.
Geçimlerini hayvancılık (keçi, deve) ile sağlıyorlar. Zaten Afrika’da hayvancılık denince akla ya Masai’ler ya da Turkana’lar gelir. Otlak alanları nedeniyle zaman zaman bazı kabilelerle savaşlar yapmışlar.
Göl bölgesinde yaşıyorlar ama, balıkçılık yaptıkları pek söylenemez. Balık yeme konusunda bir tabuları var. Erkekler başlarını çamurla kaplıyor ve maviye boyuyor. Bunun gök tanrıça ile ilgili bir anlamı olabilir. Kadınlar boyunlarına halkalar takıyor. Sünnet geleneği yok.

1 Kasım 2010 Pazartesi

BARIŞ EVLİLİK VE HASAT KARDEŞLİĞİ

Farsçada ve Kürtçede barış için "aşeti, aşti" derler. Nuzi antik kentinden çıkmış olan tabletlerin çözümlenmesinde görülmüştür ki, Akkadlar, evlilik için, "aşşutu" deyimini kullanmışlar. Yapılan barış antlaşmaları gereği savaşan taraflar birbirlerine kız verirlerdi. Böylece yapılan evliliklerle barış iyice tesis edilmiş olurdu. Farsça'daki ve Kürtçe'deki barış anlamındaki kelimelerin kökeni bu olsa gerek.

Aşşutu ile zaman zaman aynı anlamda kullanılan bir diğer Akkadca kelime de "haşaddu". Hasat ise; "eşadu"! Yani barış, evlilik ve hasat kardeş sözcüklerdir. Hint-Avrupa dillerinden olan Kürtçe ve Farsça da Mezopotamya'nın Sami ve Sümer kökenli dillerinden beslenerek zenginleşmiştir.

31 Ekim 2010 Pazar

TAYYİB TABUDAN GELİR

İbranice, Süryanice, Arapça gibi dilleri kapsayan Sami dilleri, eski çağlarda konuşulan Akkadca'dan evrilmiştir. Sami dilleri diğer dillere nazaran değişime en dirençli dillerdir. Binlerce yıldır çok az değişmiştir. Örneğin Akkadlar zamanında köpek anlamına gelen "kalbu", bugün "kelb" olarak kullanılmaktadır. "İyi" anlamına gelen Arapça "tayyîb" kelimesi ise Akkadlar zamanında "tâbu" olarak söyleniyordu. "Qanu tâbu" ise, yılanyastığıgillerden eğirotu (acorus calamus) bitkisiydi. Galatya'nın kuzeyinden (Ankara dolayları)Hindistan'ın batısına kadar olan coğrafyada rastlanırdı.

17 Ekim 2010 Pazar

ALLIANOI ADI TANRIÇA ALİANE'DEN GELİYOR!

İsimlerini Aliané'den alan sülale, Pergamon dışında, Apollonia'da, Karya'da, Lidya'da bir çok yerde yaşamıştır. Tanrıça Aliané, bir nevi Athena'dır. Göçebe toplumlarda rastlanan tanrıçadır. Yitikleri (mal, para, sağlık) geri getirir. Eşik tanrıçası diye de tanımlayabiliriz. En ilginç özelliği, zenci tanrıça olmasıdır.

10 Ekim 2010 Pazar

ARAPÇA, YAŞAMSAL BESİNLERİNİ UGARİT’TEN ALDI

Fenike uygarlığının en önemli merkezlerinden Ugarit, zamanının bilginlerini bir araya getirmiş bir kentti. Sümer yazıları, bilgileri, edebiyatları da Ugarit’e taşınmıştı. Burası bilim ve kültür merkeziydi, bilgiye ve öğretime önem veriliyordu. Öyle ki, Ugarit'te bilginler, Diderot’dan asırlar önce, ansiklopedi hazırlama çalışmaları yapmışlardı. Yabancı dil öğretimine de önem veriyorlar ve yeni yazı metodları üzerine kafa yoruyorlardı.

Ras Şamra kazılarında, Ugarit / Kenani dilinin alfabesinin kazılı olduğu çömlekler bulundu. Bu çömleklerin üzerindeki alfabenin incelenmesi sonunda, sıralamasının bugünkü Arapça’nın sıralaması ile benzer olduğu fark edildi. Böylece Arap alfabesinin kökleri daha da anlaşılır oldu. Çömlekler de alfabe öğretiminde kullanılıyordu. Belki de her birinin içine, adı üzerinde yazılı olan harf ile başlayan erzak konuyordu. Böylece alfabe öğretimi daha kolay olabilirdi.

Ugarit dilinde bugüne kadar 1276 isim saptanmış durumda. Bunların arasında 1000’e yakın bölümü yani çoğunluğu bugün hâlâ Arapça’da kullanılmaktadır.

Bir diğer ilginç saptama da, Ugarit dilindeki alfabe diziliminin Yunan alfabesinin dizilimine de benzemesi. Böylece Yunan alfabesinin Süryani kökenli olabileceği yolundaki teori bir eksi daha alıyor. Yunanların alfabeyi Fenikelilerden öğrendikleri bir kez daha açık şekilde öne çıkıyor.

14 Eylül 2010 Salı

İNTERNETTE ADRES ÇUBUĞUNDA NEDEN WWW YAZILIR?

İnternet denen ağ sistemi, ilk kez İsviçre’de bulunan Avrupa Nükleer Araştırmalar Merkezi’nde kurulmuştu. Bu merkez kısa adıyla “CERN” olarak bilinir.
CERN’de çalışan bilgisayar programcılarından, Tim Berners Lee, bir bilgisayar dili oluşturmuştu. Bu dile de, Zengin Metin İşaret Dili (Hyper Text Markup Language – HTML) adını vermişti. Amacı, CERN’deki fizikçilerin, araştırma sonuçlarını paylaşabilmeleri idi.
Bunun için de şu ismi kullandı: World Wide Web (WWW) : Dünyaca Yaygın Ağ...
Bu ağın kullanımına 13 Mart 1989 günü başlandı. 1991 yılında da dünya çapında yayına girdi.
Tim Berners Lee, bu buluşundan para kazanmak yerine, herkes tarafından ücretsiz kullanılabilsin diye, bir de W3C vakfını kurdu. İngiltere Kraliçesi ise ona “Sör” (Sir) unvanı verdi.

11 Eylül 2010 Cumartesi

MAL MÜLK KİME EMANET EDİLİR? TABİİ Kİ HERGELE İLE LİSELİ APOLLOYA...

Mal sözcüğü Türkçeye Arapçadan girmiştir. Arapçada, menkul varlık, davar, zenginlik, servet, gelir anlamları da vardır. Mal’dan türemiş diğer sözcükler şunlar:
mülk (milk), malik, emlak, istimlak, malikane, mamelek, meleke, melik, memleket, memluk, müstemleke, temellük, temlik...

Arapçadan başka Sami dillerinde de benzer sözcükler vardır:
Fenikelilerde Krallara Baal, Bil, Akatçada Milq, Melk ünvanları verilirdi.

Melkart veya Milkqart Fenikelilerin Sur kentinin koruyucu tanrısının adıydı qart, Fenike dilinde kent anlamına gelirdi. (Akatçası qartu)

Makedon kralı İskender, önde gelen Fenike kentleri Arados, Byblon ve Sayda’yı fethettikten sonra, Sur kentini kuşattı. Sur Melikesi koştu ve İskender’e bağlılık bildirdi. Böylece İskender Sur kentini de rahatça fetih topraklarına katacaktı... Ama...
Böyle olmadı.
İskender burayı işgal etmek için bir mendirek inşa ettirdi. Ardından Fenikelilerin direnişleri karşısında kanlı bir saldırı ile burayı sonunda topraklarına kattı.
Neden?
Sur Melikesi, İskender’e bağlılığını belirttiği halde neden böyle oldu?
Sebep, Melkart idi...
İskender, Melikeye Melkart tapınağında kurban sunmak istediğini söylemişti...
Çünkü İskender bir Makedondu ve Makedonlar Herakles’e inanır ona taparlardı. Melkart da Makedonların tanrısı Herakles’in Fenike’deki karşılığıydı. Fenikeliler, Makedonların gücünü görmüş, savaşmayı göze alamamış, biat etmeyi uygun görmüşlerdi. Ama Melkart onların tanrısıydı ve Makedonların, onu, kendi Herakles’leri yerine koymasını asla kabul edemezlerdi...
Bunun için canları pahasına direndiler.
Makendonların kanlı saldırısından kurtulanlar olmuştu: Melkart tapınağına sığınanlar... İskender, tapınağa sığınan herkesin (kral dahil) canını bağışladı ve Fenikelilerin yüzlerce yıllık Sur kenti, bir Makedon kolonisine dönüştü.

Herakles için Fransızlar Hercule (Herkül) derler. Çapkın olduğu kadar kuvvetli bir tanrıdır. Arkadya’nın güzel prensesi Auge (Avge)yi hamile bırakmıştır. Avge, oğlu Telefos’u doğurmuş ama dışlanmış olduğundan, baba topraklarında artık kalamamış ve Bergama’ya sığınmıştır, burada da ölmüştür. Mezarı Bergama’dadır ama yeri bulunamamıştır. Bergama ve yöreleri de eskiden Makedon nüfusun yoğunluklu olduğu yerlerdi. İskender de, Aristo’dan ne öğrenmişse, buralarda öğrenmiştir. Daha Bizans, Bizans olmadan entrika merkezi Atina idi. Aristo, da burada, entrikalar sonucu Yunanlı egemenlerin gözünden düşünce, kafayı dağıtmak için Misya'ya, akrabalarının yanına varır. Misya bugünkü Balıkesir, İzmir taraflarıdır. Makedon kralı Filip de oralardadır. Çağırtır Aristo'yu, ona der ki, "Madem senin kıymetini bilmediler. Hele gel şu benim haşarıyı adam et!". Böylece Aristo, küçük İskender'in özel eğitmeni olur. Öyle ki, İskender onun için "ikinci babam" der. Aristo ona ne öğretmişse mutlaka Doğu bilgileridir; çünkü İskender, büyüyüp de dünyanın tanıdığı "Büyük İskender" olduğunda, gözünü doğrudan doğruya doğuya dikmiş, hırsla hep doğuya saldırmıştır. Aristo ise, öğretmenliğini tamamlayıp, onu, dünyaya bela olmaya hazırladıktan sonra, Atina’da bugünkü Panathinaikos takımının stadının bulunduğu yerin yakınlarında kendi okulunu açar: “Lise”yi kurar. Burada, sonradan Atatürk'ün “sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur” diye özetlediği eğitim anlayışı ile dersler verir. Derslerini de ağaçların arasında gezinerek anlatır. Buraya neden Lise adını vermiştir bilinmiyor. Yunanlar, Moğolların yaratılış öyküsünün nerdeyse tıpkısı olan bir “kurt hikayesi” anlatıyorlar. Oysa Atina’da kurt yok... Kimileri de, Likya ile ilgilidir diyor, kimi "ışık" anlamına gelir diye yorum yapıyor. Ama Lise, doğulu Apollo için kullanılan bir sıfattır. Apollo, Yunan mitolojisinde güneş tanrısıdır. Mersin’deki antik Soli (latince güneş demek) kentinden bol bol Liseli Apollo heykelleri çıkmıştır. Sağ eli başının üzerinden yay halinde uzanır, sol eli yere dönüktür. Bu tarz tanrı heykelleri ise, daha öncelerde İÖ 1400’lü yılların Mezopotamya’sındaki Baal heykellerinde görülür... Apollo, Hurrilerin Aplu’su, Mezopotamya’nın Baal’ıdır. Baal, sağ eliyle gökteki fırtınayı tutarken, sol eliyle yerdeki yılana hakim olur. Böylece hem yerin hem göğün "meliki"dir. Apollo ise bir taraftan güneş tanrısı olarak kabul edilir, diğer taraftan da yılanı, şifacılığının simgesidir.

Fenikelilerin Ugarit kentinde bulunan altı tablette, gökler tanrısı Baal’ın seferleri hikaye edilir. Fenikenin eli çivi tutanları, Sümer tabletlerini kendi dillerine çevirip yeniden öykülemişlerdir. Baal hikayeleri, Sümerlerin “Marduk” diye tanınan elli isimli tanrısının seyr-ü sefer hikayeleridir.

Baal batıda Apollo olmuştur.

Melkart, Herakles yerine kurban almıştır. Türkçede ise Herakles, “hergele”ye dönmüştür. İzmir Karşıyaka’da Hergele meydanı denen bir yer vardır. Karşıyakanın gediklilerinin anlattığına göre, geçmişte burada güzel bir kız ile yakışıklı bir erkek heykelleri varmış ve gençler burada piyasa yapar, bakışır, flört ederlermiş. Bu, Herkül inancında görülen adetlerdendir. Herakles’in çapkınlığından atıfla buraya “Hergele Meydanı” denmiş olmalı. Günümüzde ise, erkek ve kız heykelleri “ayıp” bulunmuş ki, ve meydandan kaldırılmış yerine, oyuncağa benzeyen bir “deniz kızı” heykeli konmuş... Ankara’da da bir Hergele meydanı vardır. Orası hakkında da bir “eşek pazarı” hikayesi anlatırlar. Mal, melik, hergele deyimlerinin bunun gibi sessiz ve ortak hikayeleri vardır.

PULASATLAR (FİLİSTİNLER) PELAGLARIN TORUNU MUYDU?

Eski Mısır’da II. Ramses’in ve Merenptah’ın hüküm sürdüğü yıllarda, Akdenizden derleme halklar, “Deniz halkları” diye anılan topluluklarla, Doğu Akdeniz kıyılarına kitlesel olarak göç etmişlerdi. Bu halkların arasında bulunan ve Pulasatlar (kimi yerde Purasatlar diye geçiyor) veya Tereşler denen halkın, Filistin kıyılarına yerleşerek, buraya Filistin denmesine neden oldukları biliniyor. Pulasatlar hakkında fazla bilgi bulunmuyor. Mısırlılar, bunların başlıklarını tüylerle kaplı olarak resmetmişler. Pulasatların konuştukları dil, Sami dillerinden değildi. Bunlar, Ege havzasından gitmişlerdi. Halikarnas Balıkçısı, Filistin’e sonradan “Lat” adını alacak olan “Leto” heykelini bunların götürdüklerini yazar.

Mısır metinlerinde “trş” şeklinde yazılan isimleri, tereş, taraş, turuş, tiriş... şekillerinde söylenebilir. Bunu kesin bilmiyoruz. Sembolik olarak “Tereş” kullanılıyor. Ancak İsrailli akademisyenlerden, bunlar için “Etrüskler” diyenler de var. Karnak yazıtlarında onlar hakkında, “Her yerden gelen Kuzey halkları” deniyor. Göçebe bir halk mıydı acaba?

Eski Mısır elyazmalarını inceleyen Emmanuel DE ROUGE, Pulasatların ya da Filistinlerin, Pelaglar olduğunu ortaya atıyor. Pelaglar, Orta Yunanistan ve Girit’in yanı sıra, bizim Ege kıyılarının da eski halklarındandı.

Dilleri hakkında kesin bilgi olmayan Pulasatlar, yöneticilerine “seren” veya “seran” diyorlardı. Yunanca “tiran” bu sözcükten türemiş olabilir...

12 Ağustos 2010 Perşembe

Ş(A)VT ÇIKTI MISIR’DAN YOLA KALAKALDI AFGAN ELİNDE ÇADORDA

Hiyerogliften latin yazısına geçirirken: “şwt” okurken, şavt veya şevıd, Eski Mısır’da gölge anlamında kullanılırdı. Kişi ve gölgesi ayrılmazdı. Şavt, duvar resimlerinde, kara renkte ve küçük bir insan figürü olarak insanların ve tanrıçaların arkalarında çizilirdi. (Her insanın bir gölgesi vardı ve her gölgenin de bir kişisi olmalıydı). Şavt, ölümü de simgelerdi. Yani insanlar her an arkalarında ölümün gölgesi olduğunu düşünürlerdi. Gittikleri her yere o da gelirdi.

Eski Mısır yok oldu gitti. Ama şavtları kaldı. Şöyle:

Shade, İngilizce (şeyd) okunur. Anlamı gölge. Eski İngilizcede, sceadwe (siidvı) veya sceadu (siidı) imiş. Hollandacası, schaduw (şaduv).

Bir de shadow (şedov) var. Gölge anlamında yine. En eski İngilizce yazılışı: schadew (şedıv)

Tesadüf olabilir mi?

Bakalım başka neler var?

Got dilinde: skadwjan (skadıyan)
Eski Yunanca:
Skoto : hem ölüm, hem de karanlık anlamına geliyor. Homeros ölmek için, “gün ışığını artık görememek” dermiş. Skoto, gölge anlamına da geliyor.
İrlandaca: scath (sketd)
Bretonca: skeud (sköd)

Ee daha daha:
Sanskritçe sku: örtmek anlamında
Buradan da Fransızca couvrir (kuvrir) örtmek, obscure (karanlık) güneşi örtülüden yani...
Eski Yunanca’daki skoto do bu kökten yola çıkmış olabilir.

Biraz uzaklaştık sanki. Gölgeden, örtmeye, ölmeye, karanlıklara geldik. Ama şavt, kara idi ve ölüm anlamına da geliyordu.

Daha neler var:
Fransızca ombre yani gölge ve ondan hareketle ombrelle eski Fransızca’da şemsiye, gölgelik yani. Onlardan da İngilizler almış umbrella (ambrella) yapmış.

Güneş, kapatmak, kara, karanlık, ölüm, gölge. Yok yok çok uzaklarda değiliz.

Başka yerlere bakalım biraz da:
Şadorvan veya şadervan, Farsça gölgelik demek, aynı zamanda saltanat çadırı. Çadır da benzeri bir kelime. Acaba Türkçe “çatmak”tan mı geliyor ya da şavt’ın kılık değiştirmiş hali mi? Ama üç şeyi çattınız mı, çatı da yaparsınız gölgelik de. Çatmak, üçlemekten geliyor olabilir mi?
Eski Mısır’da üç için ne derlerdi acaba? Değişik diyalektlerde "hamto" veya "şomnt"...

Ç ve ş ve sk sesleri birbirine dönüşebilir ve birbirine doğru evrilebilir seslerdir.
Ruhun şâd olsun ne demek acaba? Nişanyan bunu çözememiş. Şâd’ın kökenini bulamamış....

Şâdâb, suya doygun, yeşil otlak demek. Âb su demek. Şâd ise bol olabilir mi? Ya da serinlik, ferahlık mıdır? Ruhun şâd olması, ferah olması olabilir. Gölge de ferahlık verir değil mi?

Çadır da gölgelik sağlar. Farsça çador da deniyor.
Yani Afgan kadınlarının örtündüğü çarşaf: çador. Kara renkli değil mi? Güneşten ve bakıştan saklıyor ve kadını gölge haline getiriyor, hatta bir ölü gibi. Erkeğin peşinde kara şavt gibi geziyor kadın.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

“KARA BAŞLI HALK” NE DEMEK?

Sümerlilerin silindir yazıtlarda, kendilerine “sag –gi” (kara baş / kara kafalı) demesi üzerine çok yorumlar yapılmıştır. Kara ile kastedilen saç rengi midir, yoksa kara başlıkları mı vardır ve daha bir çok şey söylenmiştir. Kara kafalı deyimine ben bir Brahman duasında rastladım. Anlamı “genç kişi” idi; yani saçı beyazlamamış, kara olan (genç) kişi. “Kara kafalı” ya da “kara başlı” deyimi başka dini metinlerde de geçiyor. Ancak bunlarda anlam farklı. Orta Asya şamanlarının bazı dualarında geçen “kara başlılar”, tanrıya (gök tanrı) dağda adak sunanlar anlamında. Araştırmacıların görüştüğü şamanlar, binlerce yıldan beri bu duaların edildiğini, artık unutulmuş olan, ama yalnızca şamanların bildiği bir dilde söylendiğini belirtmişler. Dua metinlerini buldum ve üzerinde çalışmam ilerledikçe daha ilginç şeylerin çıkacağına inanıyorum.

AYDIN İLİNİN ADI ATİN'DEN GELİYOR

Aydın ilinin eski adı Latince'de "Athini" olarak yazılıyordu. Tarihçi Cerlini'nin "i Turchi d'Athini" diyerek ifade ettiği Türkler, "Atina Türkleri" değil, "Atin" ilindeki Türkler idi. Antheia yazılı kaynaklar da vardır. Traklar buraya "Tralles" adını vermişti. İÖ 26 yılında bir depremde yıkılan şehir, Romalı Andronikas tarafından yeniden imar edildi. Bundan sonra, buraya Andropolis dendi. Menteş Bey burayı ele geçirdiğinde "Güzelhisar" demişti. Anlaşılan, Venedikliler en eski adı olan Athini adını Türkler geldiğinde de kullanıyorlardı. Aydınoğullarının ilk ele geçirdiği yerler, Ayasluğ (Selçuk), Efes ve İzmir idi. Türkler, Bizans'ın sırtını döndüğü tüm denizci ve korsanları işe almış, yanlarına kendi askerlerini de katarak önemli bir deniz gücü oluşturmuştu. Bu korsan ve denizciler de Türklerin dinini benimsedi ve zaman içinde Türkleştiler. Umur Bey zamanında Venediklilerle ilişkiler oldukça gelişti. Onun için, Türkler Aydın adını, Atin'i Türkçe telaffuz ederek de anmış olabilirler. Eskiden Aydın civarında, "Athena" isminde bir yerleşim yeri bulunuyordu. Aydın adı, buradan geliyor olabilir. İstanbul, nasıl Constantinopolis'in Türkçe telaffuz edilmesi ile ortaya çıkmışsa, Aydın da öyledir. Kaldı ki, Cerlini'nin "Athini Türkleri" diye andığı 1320'lu yıllarda Atina'da Türk idaresi yoktu. Hatta Atina'yı o zaman Yunanlılar da yönetmiyordu. O tarihte Atina, Katalanların yönetimi altındaydı. Bugünün İspanyolları olan Katalanlar becerikli korsanlardı ve Atina'yı bir dönem ele geçirmişlerdi.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

AKYILDIZIN NİLİ TAŞIRDIĞI GÜNLER

Akyıldız, Sirius, Şi’ra-i Yemaniye, Yemani yıldızı, Büyükköpek, Kelb-ül ekber, the dog star, sirio... yani Büyük Köpek Takımyıldızından en parlak olanı. Eski Mısırlılar, Sirius yıldızı göründü mü, bakarlarmış Nil nehri de taşıyor. Bu nedenle onlar, Sirius için “bekçi köpeği” demişler. Ayrıca, bu yıldızın görüldüğü zamanlarda aşırı sıcaklar olurmuş. Hem, “bu sıcak günlerde, hava açık olursa, bereket gelir, beraberinde yağmur getirirse iyi günleri ummak boşa olur” derlermiş.

Eski Roma’da bu sıcak günler için, “diēs caniculārēs” (küçük köpek günleri) denirmiş, 24 Temmuz ile 24 Ağustos arasında imiş. Eski Çiftçiler Almanağına göre ise, 3 Temmuz ile 11 Ağustos arasında. Başka kaynaklarda bu tarihler sapmalar gösteriyor. Romalılar, bu zamanlarda görülen aşırı sıcaklara, Sirius yıldızının “öfkesinin” neden olduğuna inanır ve yatıştırmak için, bir kahverengi köpek kurban ederlermiş.

Tarihçi Plinus, bu günler için, köpeklerin azdığı günler der ve şu ilginç bilgiyi aktarır: “Eski Mısırlılar, köpek günlerinde erkenden uyanan antilopların Sirius’a taptığına inanırlarmış”.

Köpek günleri, yangınlar, kuraklık ya da sel baskınları getirirmiş.

Osmanlının, eyyâm-ı bâhur dediği, halkın “harman sıcağı” olarak adlandırdığı bu günler için (Ağustos ayının ilk yedi günü), halk arasında, güneşe maruz kalan ciltlerin lekeleneceği inancı da vardır.

23 Temmuz 2010 Cuma

PORSUK

porsuk: sansargillerden, su kıyılarında kazdıkları deliklerde yaşayan, pis kokulu bir hayvan.

Nişanyan’a göre, adı “boz renk”ten geliyor. "Z" sesinin “rs”ye dönüşümüne örnek olarak da, diz ve dirsek örneklerini veriyor. Alıntı olmayan, Öztürkçe bir sözcük olarak kabul ediyor.
Kaşgarlı’da “borsmuk” ve Oğuz Türkçesinde ve eski Kıpçak dilinde “borsuk” olarak geçiyor

Peki, diğer dilbilimcilerin görüşleri ne?

Gülersoy’un araştırmalarına göre,
Porsuk sözcüğünün değişik anlamları var ve bunların arasında köken ve anlam bakımından büyük fark bulunmakta.

Porsuk (isim): 1) dolaşık
2) yorgun, güçsüz, sinmiş
3) kırlarda biten, içi dolu, kötü mantar

porsu- (fiil) : I) öfkelenip kızarmak, bozarmak
1. renk değiştirmek
2. ağarmak
3. utanmak
4. solmak, sararmak
5. yüz ekşitmek
6 karpuz, kızarmak

II) eskimeye yüz tutmak
(Ses değişimi ile) pörsümek : gevşeyip sarkmak
pörsük: gevşeyip sarkmış

Porsuk sözcüğünün isim olarak hayvan adı dışındaki diğer anlamlarının porsuk hayvanı ile ilintisi açık değil.

Bu durumda, porsuk hayvanına, adı, renkle ilintili olarak verilmiş olmalı.

Bang’a göre: bor (gri, kül rengi)nden geliyor.
Clauson, Toharca “borsı/porsı”dan geldiğini öne sürüyor. Ancak, Toharca’nın büyük bir kısmı Türkçe ve Moğolca kökenli alıntılarla dolu. Bu da onlardan biri gibi görünüyor.
Brockelmann, “bursumak” ile ilintilidir diyor, Oğuzca “bursuk” sözcüğünü örnek gösteriyor.
Şcerbak, bor ve boz kökenine karşı çıkıyor ve buna abuk subuk bir gerekçe gösteriyor.
Ramstedt, Moğolca “borki”den geliyor diyor.
Róna – Tas : borsumak’tan gelir diyor; yani “pis kokmak” anlamında.
Doerfer ise, porsuk adının renkle ilintili olduğuna karşı çıkar; “bors”tan gelir ve “–uk küçültme eki almıştır” der.
Talat Tekin ise, her zamanki orijinalliği ile, borsmuq sözcüğünü irdeler ve “bor”dan gelir der. Yani, şişman, gürbüz anlamında. Kırgızcada borgi, güçlü, sağlam, sağlıklı anlamına gelir. Bordamak ise, semirtmek anlamındadır.
Eren, “etimolojisi tartışmalı ve karışıktır” der ve işin içinden çıkar.
Gülersoy ise, Anadolu ağızlarında tavşan için “porsun” dendiğini örnek göstererek, porsumak’tan gelmiş olabileceğini ileri sürer.

Anadolu’ya bakarsak:
Artvin’de, Yusufeli Uşhum köyünde “porsoh” diyorlar.

Benim şöyle bir iddiam var:
Gümüşhane, Artvin –Ardanuç ve Kayseri – Bünyan’da, ağaç ya da topraktan yapılmış su borusu, künk anlamında, “pohrek” diyorlar.
Buna benzer, bir de pöhrenk var; Kars ve Malatya’da kullanılıyor, “yeraltında kapalı su yolu, künk” anlamında. Bu sözcükler de porsuğun, su kenarlarında yer altı kanallarında yaşamasından öykünerek türetilmiş olmalı.

Künk anlamına gelen, ”pöhrenk”ten başka, ağızlarımızda şu sözcükler bulunuyor:
Parhenk (Erzincan), pehrenk (Trabzon), pohrenk (Artvin), porgank (Malatya), porhank (Erzincan, Bitlis, Muş- Varto), porhenk (Erzincan), pornek (Elazığ), poynek(Malatya –Arapkir), poyra (İzmir, Kastamonu, Çankırı, İstanbul, Sinop – Boyabat, Amasya – Merzifon), poyre (Kastamonu), pöfrek (Adana), pöğrek (Tokat – Zile, Ordu – Perşembe, Ankara – Kalecik, Çorum), pöğrenk (Sinop), pöhenk (Antakya), pöhrek (Sivas – Suşehri), pöhren (Çorum), pöhreng (Kerkük), pörek (Kayseri), pörenk (Giresun, Kars, Kayseri), pövrenk (Samsun), pöyre (Kastamonu, Çankırı), pöyrek (Çankırı, Ordu, Ankara), pöyrenk (Niğde), purhank (Erzincan), pührenk (Erzurum), pürenk (Rize – Mesudiye, Sivas).

Bu arada İzmir ağzındaki “poyra” sözcüğü hakkında bir değinmem olacak. Poyra, tekerleğin ortasındaki geçiş deliği anlamına da geliyor. Bu da künk anlamındaki "poyra"dan, porsuk deliği / boru deliği gibi bir benzetmeyle üretilmiş olmalı. Bunun tersi de olabilir. Ama o zaman, çeşitli illerimizdeki “Poyracık” şeklindeki yer adlarının anlamı nedir? Bence, poyra, “porsuk” sözcüğünün mecazi olarak türetilen künk anlamına gelmesine rağmen, bazı boylar tarafından bir süre porsuk olarak da kullanılmış olmalı. Bu durumda, “poyracık” küçük porsuk anlamındadır.

Ağızlardaki kullanımı "porsuk"un ilk halinin por+renk (bozrenk) olduğu görüşünü destekliyor. Zaten Türkçe'de evrimleşme çağlar boyunca r'lerin ş/z'lere dönüşmesi ile sürmüştür. Porsuk, boz renginin ilk hali olan "por" şeklini korumuş.

Diğer dillerde porsuk için ne ad veriliyor?
Azerice: porsug, porsuq, Başkurtça: burhık, Kazakça: borsık, Kırgızca: Kaşkulak,
Özbekçe: borsuk, Tatarca: bursık, Türkmence: torsuk, sakartorsuk, Uygurca: borsuk, Tuvaca: morzuk, Çuvaşça: purăş, Karakalpakça: porsık, Başkurtça: burhık, Nogayca: borsık, Balkayca: borsuk, Kuğu dili: morsık, Kuğu diyalektleri: morokon, Altay diyalektleri: yorokon, Moğolca: coruqan

Rusça: barsuk, İskoç galcesi /kelt: broc, Macarca: borz, Litvanyaca: barsukas, Rumence: viezure, Polonyaca: borsuk, İskoçça:brock

Latince: meles meles, Katalanca: toixò, İngilizce: european badger,
Öskara (bask dili): azkonar, Fince. Mäyrä, Fransızca.: blaireau européen, Latviaca: āpsis.

İngilizce’deki badger, “nişanlı, izli” anlamında, porsukların alınlarındaki benekten geliyor. Fransızca “blaireau” ise, “beyazlı” anlamında. Porsuğun alnındaki lekeden geliyor anlamı. Kelt lehçelerindeki broc, broch, brock sözcüklerinin kökeni için İngiliz dilbilimcileri “bilinmiyor!?” diyorlar. Yalnız, 15. yüzyıldan itibaren görülen bir deyimde, pis kokan, leş gibi adam anlamında geçiyor.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

SADANA

Sümerce'den evrimleşerek dilimizde yaşamaya devam eden bir kelime de "sadana". Sadana (veya sadına) yöresel ağızlarda, sersem, ahmak, akılsız anlamlarında kullanılmakta. Sümerce'deki kökeni ise, "sağ-du-nu-tuku". Anlamı o zaman da aynı; aptal, sersem anlamında ama, bileşenlerinin tek tek çevirisi şöyle: "kafa + yok + olmak". Sümerce'de kelimelerin oluşturulma tarzı hep bu şekilde. Günümüzde tarz olarak böylesi kelime ve cümle oluşturma Çince'de yaşıyor. İlginç olan bir diğer unsur ise şu; sadana/sadına kelimesi yalnızca Türkiye Türkçesinde mevcut. Diğer Asya Türkçelerinde kaydına rastlayamadım! Bu ne demek oluyor? Bir olasılıkla, Anadolu kültüründe Sümerlilerin tarihî etkileri kesintisiz sürdürülmüş olabilir.

4 Temmuz 2010 Pazar

AMERİKANIN MEYVE TARİHİ

Beyaz adam, Amerika’ya gidip sömürgesini kurduğu zaman, başlarda, meyve ağaçları yönünden sıkıntı yaşadı. Ağaçlar çok yüksekti ve tohumdan yetişen ağaçlardı. Meyvelerin tatları da beyaz adama hoş gelmiyordu. O da bunları atlarına yediriyor ya da şıra yapmada kullanıyordu. Çiğ meyve yiyebilmek için, lezzetli meyveler yetiştirmek üzere küçük meyve bahçeleri oluşturuldu. Buraların meyvelerine “eating fruit” (yenecek meyve) diyorlardı. Amerika yeni dünyaydı ya, eski dünyanın mirasını burada da biriktirebilmek kolay değildi.

Aşılama ve diğer teknikler kullanılarak bu meyve bahçeleri daha verimli hale getirildi. Ağaçların bodurlaşması için de zaman gerekti. Eski resim ve gravürlerde çocuklar, elma ağacının tepesinden aşağıya elma atarken çizilmişlerdi. Günümüzde ise, bir insan boyuna yakın olan elma ağaçlarından, meyveler kolayca toplanabilmektedir.

29 Haziran 2010 Salı

İGBO DİLİ

Batı Afrika’nın en büyük üç etnik grubundan biridir İgbolar. Kwa dil ailesinden 6000 – 5000 yıl öncesinde ayrılarak evrimleşmiştir. İgbo’ların karmaşık bir kültürel yapıları vardır. Kabileler, ihtiyarlar heyeti ile yönetilen bir demokrasi şekline sahiptir. Başlarında hem rahip hem kral olan “Eze Nri”ler vardır. 15. yüzyılda Amerika’yı saran köle ticareti salgını, önemli bir İgbo nüfusunun kıta değiştirmesine yol açmıştır. İgbolar köle ticaretini kolayca kabullenmemiş, direniş göstermişlerdir. Son kertede özgürlüğün ulaşılmazlığı onları yaygın intiharlara sürüklemiştir.Bu direniş tarzı Haiti diline şu deyimi kazandırmıştır:
Ibos pend’cor’a yo!
Ibo kendini astı!
İgbo, İbo’ya dönüşmüştür burada. Bu deyim, Haiti’de halen özgürlük özlemi anlamında kullanılır. Bugün Nijerya halkında ifadesini bulan İgboların dili, bitişken bir dildir önek ve soneklerle zenginleşir ve bu dilin tüm lehçelerinde ses uyumu vardır. Söz dizimi ise Hint – Avrupa dilleri gibidir. Tonlamalar ile anlam değişiklikleri yapılabilir. İlginç olan bir başka şey de, İgboların kendilerine özgü yazılarının olmasıdır.

İgbo dilinden, tonlama ile anlam değişikliği örnekleri: (vurguları belirtmek için harflerin üzerine aksan konmuştur)

bağırma = akva (iki hece de yüksek vurgulu)
giysi = akvà (ilk hece yüksek ikincisi alçak vurgulu)
yumurta = àkva (ilk hece alçak ikinci hece yüksek vurgulu)
yatak = àkvà (iki hece de alçak vurgulu)

Adıllar:
Ben: m; mu
Sen: ngį, gį
O : ya
Biz : ànyį
Siz : ųnų
Onlar: ha

YAZMA GELİR GAZZE’DEN, GÖZE GELME YAD ELDEN

Yazma, Türkiye Türkçesinde, başörtüsü, tülbent anlamında kullanılır. Tül için Fransızca’da gaze (gaz okunur) denir. Bizde gazlı bez denen, gözenekli, tülden sargı bezi, aslında “gaze" bezidir yani tülden, gözenekli bezdir. Yunanca γαζι (ğazi okunur) sözcüğü de, Fransızca “gaze”ın karşılığı olarak kullanılır, aynı zamanda ilmek anlamına gelir. Fransızca gaze sözcüğüne yakın ünde, İngilizce’de “gauze” sözcüğü vardır. Kökeninin Arapça “gazz”dan geldiğini derler. Anlamı; “saf ipek”tir. Gazze kenti’nin adı da burdan gelir; bu kent, saf ipekten bez dokumaları ile ünlenmiştir. “Gaze” şeklinde yazılan bir sözcük de, İngilizce’de (geyz) olarak okunur ve gözünü dikip (öküzün trene baktığı gibi) bakmak anlamına gelir. İngilizce’ye 14. yüzyılda İskandinav dillerinden geçmiştir. Yani “gaze”e gelen, “göze gelebilir”!

21 Haziran 2010 Pazartesi

TÜRKÇE’NİN KÖKENİ

Bugünkü Türkçe’de var olan “z” ve “ş” (örneğin: biz, siz, kız) ses hakimiyeti, Türkçe’ye (ve tüm Altay dillerine) köken olan dilde “r” ve “l” hakimiyeti şeklindeydi. Köken dile yakın olan en eski yazılı örnekler Volga Bulgarca’sındadır. (İlk Bulgarların Slav toplumuyla kaynaşmasından önce) Bugün yaşayan dillerde ise, “r, l” hakimiyeti yalnızca Çuvaşça’da kalmıştır. Çuvaşça’daki en eski yazılı örnekler ise 18. yüzyıldan başlar. Çuvaşça’da biz = emir, siz = esir şeklindedir.

Türkiye Türkçe’sinde bugün kaybolmuş olan é (e ve i arası) sesi, köken dilde vardı:

İki, Volga Bulgarca’sında ve Yenisey yazıtlarında “éki” olarak geçer. Volga Bulgarca’sında beş, “béš”tir; beşinci de, “bielim”dir. Halk anlamına gelen “él” kelimesine eski Moğolca’da da rastlanır, Çuvaşlar bunu hala kullanır. “é” sesi, dilin evrimleşme sürecinde bazen “e”ye bazen de “i”ye dönüşmüştür (yemek, yimek gibi).

Eski Moğolca yazıtlarda “é” sesine çok rastlanır: yéke (büyük), déŋri (gök) Yakutça’da ise bu ses “iä”ya dönüşmüştür.

20 Haziran 2010 Pazar

SUYUK NASIL CIVIDI?

Su'dan türeyen suyuk, bu şekliyle Uygur, Özbek ve Kırgız dillerinde halen kullanılıyor. Türkmenler, bunu "suvuk" olarak, kullanıyor. Kazaklar, "suyık", Tatarlar "sıyık", Başkurtlar "şıyık", Azeriler "sıyıg" diyor. Türkiye'de ise genel olarak "cıvık", kimi ağızlarda da "cıvıh", "cıyık", "civih", "cuvuk" ve "çıvıh" olarak geçiyor.

MIRIK

Asur tabletlerinde geçen ve "düşük kalitede" anlamına gelen "murgu" sözcüğüne anlam ve ses olarak yakın olan "mırık" kelimesinin, Türkiye'deki yörelere göre yakın anlamlarda kullanılışının dağılımı şöyledir:
Piteriç (Erzincan)’da: küskün, öfkeli, yüzü asık
Çarşamba (Samsun)’da: Zayıf, cılız, hastalıklı
Salman- Akkuş (Ordu)’da: zayıf, cılız, hastalıklı
Çakallı (Adana)’da: topal
Söğüt, Honaz (Denizli) ve Tokat (Eskişehir), Yozgat’ta: soysuz, aşağılık aile
Nizip (Gaziantep)’te: cıvık
Cıvık, çamur, bataklık anlamlarında: Tokat, Sivrihisar (Eskişehir), Çankırı, Pazarcık, Büyükyapalak, Elbistan (Maraş), Yozgat, Balâ köyleri, Keşanuz, Camili, Küçükyozgat, Gölköyü, Kalecik, Çanıklı, Ayaş (Ankara), İncesu (Kayseri), Toprakkale (Adana), Ören, Fethiye (Muğla)

Elbistan (Maraş), Hacıilyas Koyulhisar (Sivas)’ta: bulanık su
Kurthasanlı Kadınhanı (Konya’da): küllük, çöplük, iyi temizlenmemiş yer, ev anlamında

Bozhöyük Göksun (Maraş)’ta: Pis
Kırşehir ve yöresi: Balçık, çamur

Mırık sözcüğünün kökeninin Türkçe olduğunu belirten bir kayıt yoktur. Gerek Nişanyan’ın, gerekse Gülensoy’un etimoloji sözlüklerinde bu kelime geçmez.

ASURLARDA KALİTE SINIFLANDIRMASI

(Damkum) watrum : mükemmel
Damkum : iyi
Kablium: orta kalite
Tardium: ikincil kalite
Şa katim: normal
Matium: düşük, aşağı kalitede

Eski Asur döneminde (III. Ur dönemi)
Lugal: krallara layık kalitede
Sig: iyi kalite
Sag: üst kalite, birinci sınıf
Ús : ikincil kalite
Gen: sıradan
Murub: orta kalite
Murgu / egir : düşük kalite

Çamur, balçık anlamındaki “mırık” sözcüğü "murgu"dan geliyor olabilir mi? Mecazi olarak bozulmuş, çürümüş anlamında "mırımış" "mırıkmış" denir.
Bir de, Malatya'da "mırık" veya "ester" babası at, annesi eşek olan katırlar için kullanılıyor.
Peki ya moruk? Nişanyan, moruk kelimesinin Ermenice “morug” (sakal)dan geldiğini söylüyor

ASUR TABLETLERİNDE GEÇEN RENKLER

Barrumum: çok renkli
Erkum: sarı (warkium: sarı yün)
Lubuşu: beyaz
Elium/ walium: koyu renkli
Makrum: kızıl, kırmızımtrak
Pelum: açık kırmızı
Paşirum: beyaz
Samum: kırmızı
Şinum: boyalı
Şurum: koyu veya kara anlamında
Warşum: kirli
Zakum: temiz, pak

11 Haziran 2010 Cuma

MARMARA, MARMOR’DAN MI GELİYOR

Ennius, yüzeyi kirli beyaz deniz için “marmor” sözcüğünü kullanır, limon renkli nehirlerin bu denize döküldüğünü şöyle ifade eder:
“Verrunt extemplo placide mare: marmore flavo
Caeruleum spumat sale conferta rate pulsum.”

COULEURS TRADITIONNELLES DE DEUIL

Le noir chez les Européens et les Américains. Le jaune, chez les anciens Egyptien et les Japonais. En Chine, en Arménie et dans plusieurs pays d’Asie, c’est le blanc, en Perse, le brun (la couleur de la terre).

YAS RENKLERİ

Batı ülkeleri (Avrupa ve ABD) için siyah, eski Mısırlılarda ve Japonlarda sarı, Çin’de ve Asya’nın birçok ülkesinde ve Ermenistan’da beyaz, İran’da kahverengidir (toprağın rengi olmasından dolayı).

LATİNCEDE RENKLER – COULEURS EN LATIN

Latince’de kırmızı için 50 kelime, sarı için 25, siyah için 25, yeşil için 15 sözcük vardır.
En latin, 50 mots désignent le rouge et il y a 25 mots pour le jaune, 25 mots pour le noir et 15 mots pour le vert.
Bazı deyimler: Quelques termes:
Harika bir renk cümbüşü : viridem nitorem : un agréable jeu de couleurs
Mavimtrak yeşil bir çayıra atın dörtnala gidişi : per caerula laetaque prata : le galop d’un cheval dans un pré vert bleuâtre
Tan ağarması: roscida puniceo fulsere crepuscula caelo, roseo fulsit Eous equo : le lever de l’aurore.
Ve sözcükler için birkaç örnek: Quelques exemples pour des mots:
Siyah : ater, caligo, niger, taeter, nigror, fumus, corvus, nox, tenebrae, pix.. : le noir
Mavi: caelum, caeruleus, carulus, glaucus, mare... : le bleu
Kırmızı: cruentus, flamma, flammeus, erubescere, purpura, ruber, russescere... : le rouge
Sarı: aureus, auratus, flavus, fulvus, inauratus, pallidus... : le jaune
Yeşil: frondosus, frondescere, frundes, gramen, herba, viridis, zmaragdus... : le vert
Beyaz: albus, argentum, candens, canus, lacteus, marmor, nix, ninguis... : le blanc

28 Mayıs 2010 Cuma

CARREFOUR, ERKEN EMEKLİLİK İSTİYOR

Carrefour, Belçika’daki 16 mağazasını zarar ettiği gerekçesiyle kapatmak istiyor. Bu durumda işsiz kalacak olan çalışanlarının sendikaları ile karşı karşıya geldi. İşten çıkarmalar, grev, sendikayla protokol derken sonunda dara düşen Carrefour, sendikalarla anlaşabilmek için, işten çıkarma yerine, 52 yaştan itibaren, erken emeklilik uygulanmasını talep etti. (Belçika yasaları, zor durumdaki şirketlerin çalışanları için buna olanak sağlıyor.) Ancak bunun da devlete 100 milyon euro’ya yakın bir maliyeti olacak. Eğer anlaşma sağlanırsa, böyle emekli olan bir kişi aylık 1.150 euro maaş alacak. Konu bugünlerde Belçika basınında geniş yer tutuyor ve önümüzdeki Salı günü bazı gelişmeler bekleniyor.

18 Mayıs 2010 Salı

MEZARA NİYE SU DÖKÜLÜR?

Ölüyü gömünce toprağa su dökmek, toprağın sıkışmasını sağlar, bu, islam dinine göre sünnettir derler. Peki mezar ziyaretlerinde insanlar her seferinde mezara niye su döker? Mezara su dökme adeti Türklerin şaman inancı taşıdıkları zamanlardan kalmıştır. Eskiden, ölülerin belli günlerde su içtiklerine inanılırdı, bunun için mezara su dolu bir tas bırakılır, ya da mezarın başına içi su dolu kulplu bir bardak asılırdı. Bunun için de bir tören yaparlardı. Bu inanç Makedonya’da 20. yüzyılın başlarına kadar devam etti. Bu adet, Türkler müslüman olduktan sonra ilk zamanlar, mezara kulplu bardaktan su dökmeye dönüştü. Daha sonraları ise, kulpun da bardağın da önemi kalmadı ama gelenek, mezara su dökme şeklinde sürüyor. Su, mezarın baş tarafından başlayarak ayak tarafına doğru dökülür. Tersi adetten değildir. Tahtacılarda ise mezara rakı adama geleneği vardır. Halikarnas Balıkçısı da mezarının başında bir şarap testisinin durmasını istediği için, onun mezarında da bir testi bulunur. Işıklar içinde yatsın!

17 Mayıs 2010 Pazartesi

ÖSKARA (BASK) DİLİNDEN BİRKAÇ SÖZCÜK

Basklılar dillerini "Öskara" diye adlandırır. Aşağıda Öskaraca bir kaç sözcük ve Türkçesini bulacaksınız:
Öskaraca: Türkçe:
iz = Su
ur/hur = Su
eguatxa = Irmak (ur’dan türemiştir)
katu = Kedi
(h)aran = Vadi
lurrikara = Deprem
osaba/oseba = Amca; üvey baba
uda = Yaz
udahaste = İlkbahar
udagoien = Sonbahar
on/hon/hun = İyi

16 Mayıs 2010 Pazar

RAKI'YI İLK KİM ÜRETTİ?

Dünya'da rakı, Yunanca "uzo", Türkçe "rakı" ve Arapça "araka" diye adlandırılır. Peki bu mereti ilk kim üretmiştir? Uzo’yu Yunanlar Girit’teki Araplardan öğrenmişlerdir. Giritlilerin bunu Osmanlılardan öğrenmiş olmaları bir olasılık ama bu konuda kesin bir kayıda rastlamadım. Belki de Osmanlılar Giritli Araplardan öğrenmiştir. Araplar,“araka” nın anlamının "terlemek”ten geldiğini söylüyorlar. Üretirken, damıtma işlemini terlemeye benzettiklerinden belki de. Orta Asya’daki Türk destanlarında ise damıtılmış içkiler “arak” olarak geçiyor. Bu destanların yazıya geçtiği tarihlerde İpek Yolu işlekti.Belki Türkler Araplardan, belki de Araplar Türklerden almışlardır. Bir de, Etiyopya’nın Amharca (Sami dillerinden İbraniceye yakın bir dil) konuşan halkı, damıtılmış içkiye “araki” diyorlar, bu, “araka”, “arak” ve “rakı” sözcüklerinin üçüne de benziyor. Etiyopya, ipek yolunda önemli bir ticaret merkeziydi. Acaba Etiyopya, kahvenin anavatanı olduğu gibi, rakının da anavatanı olabilir mi? Etiyopya’da evlerde “talla” denen bir tür bira üretiliyor. Bu talla, bir tür damıtma işleminden geçirildi mi çıkan içkiye “araqe”, ikinci kez damıtıldı mı, “dagim araki” adını verilirmiş. “Dagim”,Arhamca ikinci demekmiş. Bu dilde “araki”nin anlamı, (aynı dil grubundan olduklarından ötürü) Arapçadakine yakın olabilir, yani terlemekle ilgili bir anlamı olabilir. Biradan üretilebilmesi de ilk çıkışı hakkında akla yatkın geliyor. Yani görünen o ki, rakı, dünya üzerindeki göç yoluna Etiyopya'dan başlamış...

ARTIK DOMUZA DÜZİNE DİYORUZ...

Eskiden Türkler, oniki hayvanlı takvimi kullanıyorlardı. Bu takvimde, onikinci yıl, domuz yılıydı. Onikinci yıl yerine, domuz yılı denirdi. Slavlar, bu takvimi Bulgarlardan öğrenmişlerdir. Bulgarlar hristiyan olana kadar (9. yüzyıl) bu takvimi kullanmışlardır. Domuz için Bulgar'lar "doh's" derlerdi. Slavlardan bunu, oniki anlamında alan Avrupalılar, dillerinde douze/douzaine(fr.), dozen (ing), docena (isp.)olarak kullanmaktadırlar. Biz de Avrupalılardan oniki'ye demek ki böyle denirmiş diye düzine sözcüğünü alıp, halen onikilik takım anlamında kullanıyoruz. Çeşitli Altay dillerinde donuz(Trkm.), tonuz(Kom. Çağ.), tonguz(Doğu T.), dungız(Kmk.,Kzk.), donız(Nog.) olarak kullanılan domuz, böylece düzine haline gelmiştir.

13 Mayıs 2010 Perşembe

“ALO”, “HADİ GARİ”NİN FRENKÇESİDİR

Telefon açtığımızda söylediğimiz “alo” neyin nesidir? Bu söz, dilimize Fransızca’dan girmiştir. Peki, Fransızca’ya İngilizce’den mi girmiştir? Yoksa İngilizce’ye mi Fransızca’dan geçmiştir?
Telefonu icat eden Graham Bell Amerikalı olduğuna göre, bu sözcük İngilizce kökenli olmalıdır. Ama dilde pratik nedenler mantıki nedenlerden önce gelir. Bu sözcüğün İngilizce kökenli olduğunu savunanlar şu görüşleri ileri sürerler:
1. Allô, İngilizce, Hallow’dan gelmiştir. Bu avcıların avlanırken attığı çığlıktır. Ama telefon etmenin avcılıkla alakası olmadığından bu görüş tutarlı değildir.
2. Hello’dan (merhaba) bozularak Fransızca’ya geçmiştir.
Oysa, Fransız kökenbilim araştırmacıları şunu ortaya çıkarmıştır: 1880 yılında, Fransa’ya telefonu getiren M. Bivort, telefonda deneme konuşması yapacağı sıra, “haydi” anlamında, “allons” der. Ancak ses, ahizeden telin öbür ucuna ulaşırken Fransızca’da gırtlaktan gelen “n” sesi algılanmaz ve telin öbür ucunda “allô” anlaşılır. “Karşı taraftan “allô” sesi geldi” derler. Bundan sonra da, Fransa’da telefon alanlara, “karşı taraftan “allô” gelince konuşun!” derler ve ahizeyi kaldırınca “allô” demek adet haline gelir. İngilizler de, havalı buldukları Fransızların telefon açınca söyledikleri “allô”yu, kendi dillerinde “hello” olarak kullanırlar. Almanlar da, İngilizler “hello” diyor diye, bunun Almanca çevirisi olan “hallo”yu kullanırlar. İtalyanlar ise tüm bunları yemez ve ahizeyi kaldırınca, “buyrun” anlamında “pronto” derler.Yunanlar ise, kendilerini her zaman özgün olmak zorunda hissettiklerinden, onlar “Έμπρος” (ebros) derler, “haydi, ileri” anlamındadır, doğrusu, aslına en uygun olanı da budur.

11 Mayıs 2010 Salı

YARA SARMA NASIL SEMPATİ OLDU?

Dilimize batı dillerinden giren “sempati” sözcüğünün kökeni, eski Yunanca’daki “syn” + “pathos” bileşik sözcüğüdür. “syn” , “ile”, “pathos” ise “acı çekme” anlamındadır. Eski zamanlarda hekimler, kanayan yaraların üzerine bez sarar, böylece kanı durdururlarmış. Bundan dolayı yaranın kanının bulaştığı bezde bir hikmet olduğunu sanırlarmış. Yaraya sarılan bez, acıyı çektiği/paylaştığı için, akan kanın durduğunu, yaranın da böylece iyileştiğini düşünürlermiş. Bu işleme de “sympaschein” (acı çekme ile) derlermiş. Bu sözcük, batı dillerine sympathize (ing), sympathiser (fr) (kanı kaynamak, uyumlaşmak) olarak geçmiştir. “Sempati” de, bu eylemin isim halinde türetilmişidir.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

LETO, LAT, LATİN, LETUN, LADY KARDEŞLİĞİ

Likya (Fethiye, Kemer cıvarları) bölgesinin tanrıçası Leto, uzun yıllar Anadolu’nun, Yunanistan’ın ve Anadolu’dan göç eden Etrüskler aracılığıyla Latinlerin (Romalıların) inançlarında önemli bir yer tutmuştu. Kabe’deki Lat isimli putun da Anadolu’dan Filistin’e göç eden Pulasatlar eliyle götürülen Leto’dan başkası olmadığı söylenir. Hatta “Abdullah” isminin, “Lat’a tapan” anlamına geldiğini, bunun için de sonradan müslüman olan Ermenilerin, (eski Leto tapınımından gelen geleneklerinden ötürü) bu ismi almayı tercih ettikleri iddiası da vardır. Leto’ya Etrüskler “Letun” derlerdi. Latin adı buradan gelir; yani Latona’ya (veya Letun’a) tapanlar demek. Peki Leto’nun kelime anlamı neydi? Leto, Likya tanrıçası olduğuna göre, adının kökeni Likya dilindendi ve Likyaca Leda; kadın demekti. Kadın anlamındaki Leda, İngilizce’de “Lady”ye evrilmiştir. Yani Latin, anlam olarak “Kadın”a bağlıdır. Bu arada Letun, Laton kelimelerinin eski Türkçe’deki Hatun/Katun’a (kadın – kadınana miti) benzemesi de ayrı bir ilginçlik...

17 Nisan 2010 Cumartesi

FRANSIZCA "E" SESİ NASIL YAZILIR?

Türkçe'deki "e" sesini Fransızca'da yazmak için:
"é", "ée", "és", "ées", "er", "ez" "ai" veya
"et", "ets", "ais", "ait", "aient"
yazarsınız.

4 Nisan 2010 Pazar

ADER -ADIR- ATEŞ - AZER - ADAR - HIZIR - HIDIR - EDER KARDEŞLİĞİ

Dillerin evrim süreçlerinde r - s - ş sesleri birbirlerine dönüşebilen seslerdir. Aynı kural d - t - ç - z - s için de geçerlidir.
10. yüzyılda, bugünkü İran ve Afganistan taraflarında yaşayan Türkler, Türkçe'nin yanı sıra Soğdca da konuşurlardı. İpek yolunun yaygın dili olan Soğdca, Hint-Avrupa dil ailesindendi. İdi çünkü bugün bu dil yaşamıyor. Soğd dili konuşanlar Türklerle kaynaşmış, aralarında kaybolmuştur. Ama Türkçe'ye Soğdca'dan geçen dil izleri vardır. Bunlardan biri "kent" sözcüğüdür. Soğdca'da daha kalın olarak hatta "kant" olarak söylenen bu söz Türkçe'de halen yaşamaktadır. Türkçe'de iz bırakan bir diğer Soğdca sözcük de "ādər"dir. Zazaca'da "adır" olan bu sözcük, evrimleşmiş haliyle Türkçe "ateş" olarak dilimizde yaşıyor. "Azer" kelimesinin de aynı kökten evrildiği savı vardır. Bu sözcüğün ilk halinin Türkçe "od" olabileceği, Soğdca konuşanların, Türklerle etkileşiminde ādər'ı türetmiş olabileceği, aynı ortamda ve etkileşim alanındaki Türklerin de "ateş"i türetmiş olmaları da olasıdır.
Adar'dan evrimleşerek dönüşen bir diğer sözcük de Hızır'dır. Bu kez "adar" İbranice bir kelimedir ve İbrani takvimine göre yılın altıncı ayı ile adar ayları başlar, dini yılın da on ikinci ayıdır ki, bu bildiğimiz Mart ayına denk düşer. Kürtçe'de de Mart ayına "Adar" derler. Akatça "adaru" kelimesinden gelir.
Osmanlı'da da Mayıs'ın 6'sından itibaren Kasım'a kadar olan aylara "Hızır ayları" denirdi. Hızır sözcüğü ise, Akatça'dan Arapça'ya evrimleşen "adaru"nun Arapça'da "Hızır"a dönüşmüş halidir. Türkler müslüman olduktan sonra Arapça'dan "Hızır"ı olduğu gibi almışlardır. Kimi yerlerde de bu sözcük "Hıdır"a dönüşmüştür. Hızır - İlyas söylenceleri "Hıdırellez"e yol vermiştir. Balkanlar'a gidince de bu, bu defa "Ederlezi" olmuş, Adar'dan yola çıkan Hızır, sonunda "Eder"e dönmüştür.

17 Mart 2010 Çarşamba

GÖRÜNEN ve GÖRÜLMEYEN NİJERYA

Din savaşı bahanesiyle ikiye bölünmeyle karşı karşıya olan Nijerya, bir zamanlar terra cotta (pişmiş toprak kap) örnekleri ve pirinçten sanat yapıtlarıyla, Afrika'nın yüksek sanat kuşağındaydı. Afrika sanatını tahta oymalardan ibaret sananların gördüklerinde dudaklarının uçukladığı pirinç heykeller, Ife Krallığı dönemindeki görkemin tanıkları... Avrupa henüz rönesans çağına girmemişken, bugün Nijerya'nın olduğu topraklarda yaşayanlar, 1400'lü yıllarda usta işi madeni heykeller yapmışlardı. Nijerya'da bugün yoksullaştırılmış halk, din bahanesiyle birbirini boğazlarken, atalarının yarattığı sanat harikaları beyaz adamın müzelerinde sergileniyor.

Heykel örnekleri için şu linkte bazı fotoğraflar bulabilirsiniz:
http://www.artknowledgenews.com/fundacion-marcelino-botin-opens-dynasty-and-divinity-of-ife-art-in-ancient-nigeria.html

15 Mart 2010 Pazartesi

GÜNEŞ SÖNÜYOR MU?

Güneşin hareketlerini izleyen gökbilimi uzmanları, 11 Ocak 2010 gününden itibaren güneşte anlaşılmaz bir durgunluk olduğunu bildirdiler. (le Figaro, 15.1.2010) 1913 yılından beri böylesi bir durum kaydedilmemiş. Bu konuda güneş "arızalandı" diye işi şakaya vuranlar olsa da, bilim adamları, dünyanın yeni bir buzul çağa hızla girebileceğini de öngörüyorlar.

7 Mart 2010 Pazar

MAPUDUNGUN HALKININ JEOLOJİ BİLGİSİ

“Cogi-cújen” (Şubat) ayında yani hasat ayında meydana gelen Şili depremi, giderek tüm dünyayı etkileyecek sarsıntılarını salarken o toprakların yerli halkı olan Mapudungun halkı bu olanlara ne yorum yapmıştır? Bugün, Arjantin ve Şili sınırlarında kalan topraklarında, yüzyıllar boyu, doğa ile uyumlu bir yaşam sürmüşlerdi. Doğaldır ki, beyaz adamın topraklarına geldiği zamanlarda ne üniversiteleri vardı, ne de jeoloji profesörleri... Ama Mapuche, ya da kendi dillerindeki gibi; Mapudungun halkı depremlerle volkanların ilişkili olduğunu biliyordu. Mitolojilerine göre, Pillán, deprem tanrısıydı ve Villarica yanardağında yaşardı. Bu halk, Pinochet zamanında zulme direnenlerin önde gelenlerinden olduğu için, büyük oranda topraksız bırakılmıştır ve bir çoğu hala sürgünde yaşamak zorundadır.

TÜRKİYE’DE KAN GRUPLARI DAĞILIMI

Bir yerin dört kan grubunun orantısı yüzyıllarca değişmez der Halikarnas Balıkçısı. Ve şu ilginç göstergeye dikkat çeker: Etrüsklerin İtalya’da kalabalık oldukları Floransa dolaylarındaki kan gruplarının orantısı, Anadolu’da Sart – Salihli ve dolaylarındaki insanların kan grupları orantısı ile aynıdır...
Eskişehir Kızılay Kan Merkezi’nin 1995 – 2000 yıllarında yapmış olduğu ve 82.292 kişiyi kapsayan çalışmaya göre, kan grubu dağılımı grafiği şöyledir:

A Rh (+) % 37,8
O Rh (+) % 29,8
B Rh (+) % 14,2
AB Rh (+) % 7,2
A Rh (-) % 4,7
O Rh (-) % 3,9
B Rh (-) % 1,6
AB Rh (-) % 0,8

Ayrıca, Prof. Dr. Galip Akın (AÜ DTC Fak./ Antropoloji) ile Yrd. Doç. Dr. Nursel Dostbil’in (YYÜ Fen Ed. Fak./ Biyoloji) yapmış oldukları araştırmalara göre, A kan grubu ve A geni frekansı, ülkemizin batısından doğusuna doğru gidildikçe yavaş bir şekilde azalma göstermektedir. B kan grubu ve B geni frekansı ise, ülkemizin batısından doğusuna doğru gidildikçe fazlalaşmaktadır. 0 kan grubu ve 0 geni frekansı da ülkemizin batısından doğusuna doğru gidildikçe yavaş yavaş azalmaktadır.

6 Mart 2010 Cumartesi

MUSON YAĞMURLARI

Hindistan’da yağan muson yağmurları ile haberlerde dikkatimizi çekmiştir belki; “şu muson yağmurları ne mene yağmurlardır acep?” demişizdir... Kar değil, dolu değil, yağmur ama bildiğimiz yağmur değil. Peki nedir muson yağmurları? İşte yanıtı: Muson yağmurlarının anlamı mevsim yağmurlarıdır. Yani bildiğimiz yağmur. Türkçe “mevsim” sözcüğü, Arapça, “mawsim”den gelmiştir. Mawsim, zaman içinde Fransızca “mousson” (muson okunur) sözcüğüne dönüşmüştür ve Güney Asya’da bazen denize bazen karaya doğru esen mevsim rüzgarlarına ad olmuştur. Bu rüzgarlar eserken yağan yağmura da dolayısıyla “muson yağmurları” denilmektedir. Yani Türkçesi, bunlar “mevsim yağmurları”dır.

27 Şubat 2010 Cumartesi

TANRILAR GİBİ YAŞAYIP ARTERLERİNİ TIKADILAR.

Antik Mısır'da tanrılara sunulan yemekleri, rahipler ve aileleri yiyordu! Manchester Üniversitesi'nden Profesör Rosalie David'in bildirdiğine göre (Independent.ie, Feb 26, 2010) Eski Mısır'da, tapınaklara günde üç kez yağlı ballı yiyecekler sunuluyordu. Rahipler de, bu tanrı yiyeceklerinin "çöpe gitmesi günahını" işlememek için bunları, aileleriyle birlikte mideye indiriyorlardı. Bulunan rahip mumyaları üzerinde yapılan incelemeler ise, rahiplerin çoklukla kalp ve damar hastalıklarından hayatlarını kaybettiğni sergiliyor. Sözün kısası "tanrı yemekleri" ömrü kısaltıyordu...

30 Ocak 2010 Cumartesi

EVDEKİ SİNSİ DÜŞMAN RADON, AKCİĞER KANSERİNE YOL AÇABİLİR !

Renksiz, kokusuz, doğal ve radyoaktif bir gaz olan radon, akciğer kanseri yapabiliyor. Radon, toprakta ve atmosferde doğal ortamda bulunabilen bir gazdır. Fazla dozda olması durumunda, kanser yapıcı özellik arz etmektedir. Özellikle zemin katlarda bulunan ve yeterince havalandırılmayan evlerde daha yüksek dozda bulunabileceğinden, dikkat edilmesi gerekmektedir. Akciğer kanserlerinin % 5- 10’unun radondan kaynaklı olduğu belirtilmektedir.

Radon, uranyumun bozulmasından da oluşabildiği için, uranyum bulunan yerlerde fazlaca bulunma olasılığı vardır. Uranyum potansiyeli olan yerler, daha çok volkanik ve granitli bölgelerdir. Yerleşim yerlerinin buralardan uzağa kurulması daha sağlıklı bir seçim olacaktır.

Yer altı sularının kayalarla temasından da radon çıkabilmektedir. Yüzey sularında daha fazla radon bulunabilmektedir. Döşeme taşlarının aralarından da sızabilen radonla mücadele için yaşam yerlerinin bolca havalandırılması gerekir.