Türkçe’nin evrimini inceleyen Türkologlar, bu dilin “r/l” dilinden “ş/z” diline doğru evrim geçirdiğini belirtirler. Bir diğer değişle, bugünkü Türkçe’deki “ş” , “z” gibi seslerin geriye doğru “r” “l” gibi kökenleri vardır. Kullandığımız kelimelerdeki ses değerleri yer ve zaman ile değişse de biraz deşeleyince ortak köklerini ele veriyorlar. İşte bunlardan bazıları:
Erte: erte kelimesini bugün “ertesi gün” örneğin de olduğu gibi “sonra” anlamında kullanıyoruz. Ama eskiden Türkçe’de “erte”, tan vaktini gösterirdi. “irte”, “erte” halk edebiyatında çok geçen bir sözcüktür ama buralarda daha çok “tan zamanı”, “şafak sökerken” demektir.
“Bâmdâd İrteye yakın” (Şamil)
“Sen bugün sabreyle irte gel heman
Hem seninle ceng idelim bil ayan.” (Battal)
Venüs diye bilinen yıldız için Çobanyıldızı, Çobanaldatan gibi isimler verilir. Bir tan vakti görülür bir de akşam gün tam batmışken... Yani Venüs, “erte” yıldızıdır. Venüs’ü İskitler “Artimpasa” veya “Argimpasa” diye adlandırıyorlar. Arnavutça’da da tan vaktine “agim” deniyor. “pasa” uzantısının anlamı ne olabilir? Bunun için bazı araştırmacılar; “oğlu/kızı” anlamına gelir diyorlar. O zaman, “Artimpasa” için “erte kızı” denebilir, bu da Venüsü tarif eden bir anlam taşır.
Batı dillerinde sanat anlamına gelen “art / arte” sözcüğünün kökeni belli değildir. Ama Venüs ile sanat ilişkisi üzerine çok yazı yazılmıştır.
Tan vakti için, Öskara (Bask) dilinde “eredu” deniyor. “haren eredura”; ışığın eşit gücü anlamına geliyor. Tan vaktinde karanlık ile aydınlık bir anlığına eşittir.
Türkçe’deki “orta” ve “eşit” sözcükleri“erte” ile aynı kökten gelmiş olabilir mi? Bunu incelemek gerekir.
Nişanyan, “orak” sözcüğünü incelemiş, or- / yar- benzetmesi kurmuş. Yani yarmak fiili eş anlamlı “ormak” fiili olabileceğini varsaymış. Türkçe eklemeli dildir ama, bu dildeki sözcükler zaman içinde ses değişimlerine uğramıştır. Orta kelimesi pekala erte/irte ile ilişkili olabilir. Çünkü erte vakti tan vaktidir, bir diğer deyişle, karanlığın çözülüşü ile gün ışığının yükselişi ortasındaki zamandır. Or sözcüğü tek başına merkez anlamına gelir. Erte’de de bir orta ve eşit olma durumu var. Eşit sözcüğü için Özbekçe’de “işteng” denmekte, Uygurca’da “iştän”. Bu sözcükler ortak bir kökene sahip olabilir.
Babil tanrıçası İştar da Venüs'tür, Sümerlerin İnanna'sıdır.
Eğriler, yanlışlar değil; yazılardır, doğrular da kurallar değil; okumalardır, yorumlardır...
30 Kasım 2010 Salı
25 Kasım 2010 Perşembe
HOSPES, HOPITAL, SPITI SOUS LA GARDE D' AILE D'OISEAU
Hospes en latin comprend les significations de visiteur, hôte et étranger. Pas bizarre?
Le mot “spiti” en grec, signifie “maison”. Auparavant, dans le dialecte des chypriotes, c’était “ospiti”. Durant les croisades, les chevaliers de Saint-Jean avaient fondé des “abris comme la maison” afin de soigner les malades et blessés, au Chypre. Ils devraient appelé ces abris-là; “ospital”. En anglais c’est “hospital” (se lit ospitle). Ce mot a été évolué en français comme “hôpital”.
Et d'où vient le mot "hospes"? Cela devrait être “aile d’oiseau”.
Le mot “auspice” signifie: appui, patronage, recommandation. Et dans l’Antiquité, c’est le présage tiré du chant ou du vol des oiseaux. Ce sont des mots ayant des sons pareils et significations concernées.
L'Origine signifiant "aile d'oiseau" dévoile le mystère.
Le mot “spiti” en grec, signifie “maison”. Auparavant, dans le dialecte des chypriotes, c’était “ospiti”. Durant les croisades, les chevaliers de Saint-Jean avaient fondé des “abris comme la maison” afin de soigner les malades et blessés, au Chypre. Ils devraient appelé ces abris-là; “ospital”. En anglais c’est “hospital” (se lit ospitle). Ce mot a été évolué en français comme “hôpital”.
Et d'où vient le mot "hospes"? Cela devrait être “aile d’oiseau”.
Le mot “auspice” signifie: appui, patronage, recommandation. Et dans l’Antiquité, c’est le présage tiré du chant ou du vol des oiseaux. Ce sont des mots ayant des sons pareils et significations concernées.
L'Origine signifiant "aile d'oiseau" dévoile le mystère.
23 Kasım 2010 Salı
AEOLOS ADASI NAM-I DİĞER GÖKÇEADA
Homeros’un derlediği çeşitli halk söylencelerini bir öykünün içine yedirerek aktardığı kitabı Odissea’da Aeolos adası olarak geçen yer; Gökçeada olmalı. Aeolos’un anlamı da “yel” olabilir.
Homeros, “Aeolos” için, “rüzgârların efendisi” der. Aeolos adasında oturur, Odisseus’a sığır derisinden bir tulum verir, içine rüzgâr doldurmuştur. Ülkesi İthaka’ya giderken yolda rüzgâr gerekirse, gemisi kolay yol alsın diye.. İthaka, Aeolos adasından gemi yolculuğu ile dokuz gün dokuz gece uzaklıktadır. Ancak tayfalar, tulumların içindekileri yiyecek sanıp ağzını açarlar ve tüm rüzgârlar boşalır. Gemi uzaklara, çok uzaklara sürüklenir.
Odissea’da geçen Aeolos adası olsa olsa Gökçeada'dır. Gökçeada’da yılın 300 günü rüzgârlı geçer, Aeolia gibi Kuzey Ege’de yer alır. Odissea’da Aeolos, Odisseus’u uğurlarken ona poyraz verir. Gökçeada’nın da hakim rüzgârı poyrazdır. Bu bölgenin en kuvvetli rüzgârları Şubat ayında eser. Yöre’de, yazın fırtına çıktı mı, “Şubat gibi” derler. Odissea’de anıldığı gibi bir deniz yolculuğu yaşanmışsa, geminin yolundan sapması, Şubat dolaylarında olmalıdır.
Aeolos / Gökçeada, Truva’dan ayrılan Odisseus’un üçüncü durağıdır.
Homeros, “Aeolos” için, “rüzgârların efendisi” der. Aeolos adasında oturur, Odisseus’a sığır derisinden bir tulum verir, içine rüzgâr doldurmuştur. Ülkesi İthaka’ya giderken yolda rüzgâr gerekirse, gemisi kolay yol alsın diye.. İthaka, Aeolos adasından gemi yolculuğu ile dokuz gün dokuz gece uzaklıktadır. Ancak tayfalar, tulumların içindekileri yiyecek sanıp ağzını açarlar ve tüm rüzgârlar boşalır. Gemi uzaklara, çok uzaklara sürüklenir.
Odissea’da geçen Aeolos adası olsa olsa Gökçeada'dır. Gökçeada’da yılın 300 günü rüzgârlı geçer, Aeolia gibi Kuzey Ege’de yer alır. Odissea’da Aeolos, Odisseus’u uğurlarken ona poyraz verir. Gökçeada’nın da hakim rüzgârı poyrazdır. Bu bölgenin en kuvvetli rüzgârları Şubat ayında eser. Yöre’de, yazın fırtına çıktı mı, “Şubat gibi” derler. Odissea’de anıldığı gibi bir deniz yolculuğu yaşanmışsa, geminin yolundan sapması, Şubat dolaylarında olmalıdır.
Aeolos / Gökçeada, Truva’dan ayrılan Odisseus’un üçüncü durağıdır.
18 Kasım 2010 Perşembe
ÖLÜ YAKMA GELENEĞİ NERDEN İCAP ETTİ?
Avcı toplayıcı topluluklar, bir vakitte ölülerini gömmeye başlamışlardır. İlk ölü gömme adetlerinde, ölüyü, anne karnındaki biçimde gömmüşlerdir. Daha sonra, ölülerin, küplere konduğu görülmüştür. Çatalhöyük insanları, ölülerini küplere (yine cenin formunda) koyup, evlerinde saklamışlardır. Cenin formunda gömme, yeniden doğuş inancının göstergesidir. Ölüleri küplere koyma, kötü kokuya neden olacağı için, bunun öncesinde ölülerini açık havada toprağa serip, akbabalara sunmuşlardır. Akbabalar ve diğer vahşi hayvanlar, tüm etleri yiyip temizledikten sonra, ölülerden kalan kemikler küplere yerleştiriliyordu. Tabii bu, yine de koku unsurunu tamamen ortadan kaldırmış olmayabilir. İnsanlar, mutlaka bunun sakıncalarını yaşadılar ki, ölü yakma adetini geliştirdiler. Bu adet incelendiğinde, görülür ki, ölüler tamamen kül olana dek yakılmamaktadır. Bir miktar kemik kalınca ateş söndürülmekte, kalan kemikler ufalanarak toz haline getirilmektedir. Bu da, ölüsünden ayrılmak istemeyenler için gerek muhafaza etme bakımından, gerekse gömme yeri tasarrufu bakımından geride kalanlara yararlar sağlamıştır.
15 Kasım 2010 Pazartesi
MEDLERİN DİLİ
Medler, İrani bir halk olarak bilinir. Oysa, bu halk, Pers kavimleriyle sonradan kaynaşmıştır. Med dili üzerine yapılan araştırmalar bu dilin Türkçe'ye yakın olduğunu ortaya çıkarmıştır. Örneğin Med dilinde fiil cümlenin sonundadır. İsimlerde cins gözetilmez (eril / dişil ayrımı yoktur). Eklemeli dildir.
11 Kasım 2010 Perşembe
AKSA TEPELERE EV KURMUŞLAR, AKROLARA ÇIKMIŞ BAKMIŞLAR
“Işık doğudan yükselir” demiş Romalılar; kültürün doğudan geldiğini anlatmak için. Doğu kökenli kültürlerin izi, dillerde hala barınmaktadır. Bunu bir örnekte şöyle inceleyebiliriz:
Gök kelimesinin Türkçe’de kökeni olarak “kök” kelimesi bilinir. Oysa dilde daha eskisine dair izler var:
Gök kelimesi, “kök”ten daha önce “γok” ya da benzeri bir kökten geliyor olmalı. Buradaki gamma ile belirtilen ses, Türkçe’de “y” ile “ğ” arası bir sestir. Bu ses, doğu Türk dillerinde bulunmaktadır.
Batı Türkçelerinde “gök tanrı” anlamında “yok tanrı” diye geçen örnekler var.
Yukarı kelimesi, yok+garu’dan evrimleşmiştir.Batı Türkçelerinde örnekleri var.
Yine bunlar gibi, yokuş ve “yüksek” kelimesinin de aynı kökten gelmesi de büyük olasılıktır.
Türkler eskiden “gök tanrı”ya taparlardı. Nerde yüksek dağ, tepe varsa, tırmanır dualar ederlerdi. Yüksek, yokuş ve yukarı kelimeleri, gök tanrıya tapınma ile ilintili olarak aynı kökten türemiş olmalı.
Tanrıya tapınmak için yüksek tepelere çıkma, tapınakları yüksek yerlere kurma sadece Türklere özgü değildi. Yunanlar da, tanrılara yakın olan göksel yöneticilerini ve tapınaklarını yukarı şehirlere: “akropolis”lere kurarlardı: (ak+ro ~ yok+garu)
Ya Fenikeliler, Asurlular? Onlar da yüksek yani, “aksa” yerlere kurarlardı tapınaklarını. Bizim iyi tanıdığımız bir örnek: Mescid-i aksa: Yani “yüksek mescit”
(ak, γok, gök, kök, yok) ile (garu, ra, sa) kullanıldıkları dillerde aynı anlamları veriyorlar.
Peki bu üç ayrı dil grubundaki dillerde bulunan anlam ve ses benzerlikleri tesadüf müdür?
Yoksa, ışığın doğudan yükseldiğini bir kez daha mı kanıtlar? Tarihin derinliklerinden gelen bir kardeşliğin bugünlere yansıyan ışıkları mıdır?
Gök kelimesinin Türkçe’de kökeni olarak “kök” kelimesi bilinir. Oysa dilde daha eskisine dair izler var:
Gök kelimesi, “kök”ten daha önce “γok” ya da benzeri bir kökten geliyor olmalı. Buradaki gamma ile belirtilen ses, Türkçe’de “y” ile “ğ” arası bir sestir. Bu ses, doğu Türk dillerinde bulunmaktadır.
Batı Türkçelerinde “gök tanrı” anlamında “yok tanrı” diye geçen örnekler var.
Yukarı kelimesi, yok+garu’dan evrimleşmiştir.Batı Türkçelerinde örnekleri var.
Yine bunlar gibi, yokuş ve “yüksek” kelimesinin de aynı kökten gelmesi de büyük olasılıktır.
Türkler eskiden “gök tanrı”ya taparlardı. Nerde yüksek dağ, tepe varsa, tırmanır dualar ederlerdi. Yüksek, yokuş ve yukarı kelimeleri, gök tanrıya tapınma ile ilintili olarak aynı kökten türemiş olmalı.
Tanrıya tapınmak için yüksek tepelere çıkma, tapınakları yüksek yerlere kurma sadece Türklere özgü değildi. Yunanlar da, tanrılara yakın olan göksel yöneticilerini ve tapınaklarını yukarı şehirlere: “akropolis”lere kurarlardı: (ak+ro ~ yok+garu)
Ya Fenikeliler, Asurlular? Onlar da yüksek yani, “aksa” yerlere kurarlardı tapınaklarını. Bizim iyi tanıdığımız bir örnek: Mescid-i aksa: Yani “yüksek mescit”
(ak, γok, gök, kök, yok) ile (garu, ra, sa) kullanıldıkları dillerde aynı anlamları veriyorlar.
Peki bu üç ayrı dil grubundaki dillerde bulunan anlam ve ses benzerlikleri tesadüf müdür?
Yoksa, ışığın doğudan yükseldiğini bir kez daha mı kanıtlar? Tarihin derinliklerinden gelen bir kardeşliğin bugünlere yansıyan ışıkları mıdır?
7 Kasım 2010 Pazar
TURKANA
Turkana, Afrika’nın ortasında, Kenya ve Etiyopya topraklarının paylaştığı bölgenin adı. Bu bölgenin ünü, burada yapılan antropolojik araştırmalar sonunda elde edilen bulgularla ilişkilidir. Turkana gölü yakınlarında neredeyse bütün halde bir homo erectus iskeleti bulunması gözleri buraya çevirmişti. Bu, 1,6 milyon yıllık bir insan iskeleti idi. Yapılan araştırmalarda insanların geçmişi hakkında çok önemli bilgiler edinildi. Turkana insanı, erişkin yaşta, 1.85 m. boya sahipti ve alet kullanıyordu. Avcı olduğu için güneş altında koşmaktan bolca terlerdi ve terleme nedeniyle, vücut tüyleri azalmıştı.
Daha sonra homo erectus örnekleri, Java adasında (Endonezya), Gürcistan’da ve Denizli’de bulundu. Denizli’de bulunan homo erectus kemiklerinin devamında belki daha pek çok bulgulara rastlanacak, insanlık tarihi için çok önemli bilgilere ulaşılabilecekti. Ancak ticari kaygılarla buna izin verilmedi. Denizli’de çıkan travertenlerin işletmesi, bu ülkenin gelmiş geçmiş hükümetleri için daha önemli oldu!!!
Dönelim Turkana’ya. Bu yazının konusu, yaşayan Turkana. Bu ad nerden geliyor, hangi dilde bu? Turkana gölü (ve bölgesi) adını Turkana kabilesinden alıyor, kendilerine bazen “Turukan” veya “Buma” da diyorlar. Anlamı; “boz boğalar”. Yaşadıkları yere, yurtlarına da; “Turkan” diyorlar. Bu gölün cıvarında yaşayan başka kabileler var ama, bölgeye ad kazandıran kabile; Turkanalar. Bunlar, yaygın ve göçebe bir halk. Gök tanrıçaya inanıyorlar. Adına, Turkana dilinde, yani (ng)aturk(w)ana dilinde, “kuj” veya “akuj” diyorlar. Dilleri için bir sınıflandırma yapılamıyor. Ama fiil kökü, olumsuzluk, nicelik, kişi belirtme için ekler alıyor. Tam olarak denmese bile, eklemeli dil özellikleri taşıyor. Tonlama ile anlam değişiklikleri yapılabiliyor.
Kimi örnekler:
Katı yemek yemek : akı gnam
Katı yemek yedim: à gnam
Sulu yemek yemek: ak imuj
Sulu yemek yedim: à imuj
Seni seviyorum : kà mınà
O beni seviyor: kà mınà
Burada anlam farkı, tonlama ile veriliyor. Yukarıdaki cümleler, aslında geçmiş zamanda. Ama sevgiyi böyle ifade ediyorlar. Türkçe’ye çevirirken şimdiki zamanda çevriliyor. Bir defa sevdiler mi, tam seviyorlar, denebilir mi? Hayır: tonlama ile zaman da belirlenebiliyor.
O gidiyor: è losi
O gitti: è losi
Görüldüğü gibi, öznede ve fiilde kadın veya erkek farkı yok.
Kum yığın(ı): asanyon(i)
Su yığın(ı): ngakip(i)
Tanrı(ça) ile çok yüz göz değiller. Lazım oldukça sesleniyorlar. Boyuna dua etmeleri gerekmiyor. Bir tür büyücü diyebileceğimiz kabile üyeleri, tanrı(ça)nın yetkili temsilcisi sayılıyor, kehanetlerde bulunuyor, yağmurları önceden biliyor, şifacılık yapıyorlar. Büyücülerin yağmura hükmedebildiğine inanıyorlar.
Beyaz adam onları Hristiyanlaştırmak için çok uğraşmış, ancak % 15 gibi bir oranda başarılı olmuş. Ama Hristiyan olanları bile, alttan alta eski inançları sürdürüyorlar.
Geçimlerini hayvancılık (keçi, deve) ile sağlıyorlar. Zaten Afrika’da hayvancılık denince akla ya Masai’ler ya da Turkana’lar gelir. Otlak alanları nedeniyle zaman zaman bazı kabilelerle savaşlar yapmışlar.
Göl bölgesinde yaşıyorlar ama, balıkçılık yaptıkları pek söylenemez. Balık yeme konusunda bir tabuları var. Erkekler başlarını çamurla kaplıyor ve maviye boyuyor. Bunun gök tanrıça ile ilgili bir anlamı olabilir. Kadınlar boyunlarına halkalar takıyor. Sünnet geleneği yok.
Daha sonra homo erectus örnekleri, Java adasında (Endonezya), Gürcistan’da ve Denizli’de bulundu. Denizli’de bulunan homo erectus kemiklerinin devamında belki daha pek çok bulgulara rastlanacak, insanlık tarihi için çok önemli bilgilere ulaşılabilecekti. Ancak ticari kaygılarla buna izin verilmedi. Denizli’de çıkan travertenlerin işletmesi, bu ülkenin gelmiş geçmiş hükümetleri için daha önemli oldu!!!
Dönelim Turkana’ya. Bu yazının konusu, yaşayan Turkana. Bu ad nerden geliyor, hangi dilde bu? Turkana gölü (ve bölgesi) adını Turkana kabilesinden alıyor, kendilerine bazen “Turukan” veya “Buma” da diyorlar. Anlamı; “boz boğalar”. Yaşadıkları yere, yurtlarına da; “Turkan” diyorlar. Bu gölün cıvarında yaşayan başka kabileler var ama, bölgeye ad kazandıran kabile; Turkanalar. Bunlar, yaygın ve göçebe bir halk. Gök tanrıçaya inanıyorlar. Adına, Turkana dilinde, yani (ng)aturk(w)ana dilinde, “kuj” veya “akuj” diyorlar. Dilleri için bir sınıflandırma yapılamıyor. Ama fiil kökü, olumsuzluk, nicelik, kişi belirtme için ekler alıyor. Tam olarak denmese bile, eklemeli dil özellikleri taşıyor. Tonlama ile anlam değişiklikleri yapılabiliyor.
Kimi örnekler:
Katı yemek yemek : akı gnam
Katı yemek yedim: à gnam
Sulu yemek yemek: ak imuj
Sulu yemek yedim: à imuj
Seni seviyorum : kà mınà
O beni seviyor: kà mınà
Burada anlam farkı, tonlama ile veriliyor. Yukarıdaki cümleler, aslında geçmiş zamanda. Ama sevgiyi böyle ifade ediyorlar. Türkçe’ye çevirirken şimdiki zamanda çevriliyor. Bir defa sevdiler mi, tam seviyorlar, denebilir mi? Hayır: tonlama ile zaman da belirlenebiliyor.
O gidiyor: è losi
O gitti: è losi
Görüldüğü gibi, öznede ve fiilde kadın veya erkek farkı yok.
Kum yığın(ı): asanyon(i)
Su yığın(ı): ngakip(i)
Tanrı(ça) ile çok yüz göz değiller. Lazım oldukça sesleniyorlar. Boyuna dua etmeleri gerekmiyor. Bir tür büyücü diyebileceğimiz kabile üyeleri, tanrı(ça)nın yetkili temsilcisi sayılıyor, kehanetlerde bulunuyor, yağmurları önceden biliyor, şifacılık yapıyorlar. Büyücülerin yağmura hükmedebildiğine inanıyorlar.
Beyaz adam onları Hristiyanlaştırmak için çok uğraşmış, ancak % 15 gibi bir oranda başarılı olmuş. Ama Hristiyan olanları bile, alttan alta eski inançları sürdürüyorlar.
Geçimlerini hayvancılık (keçi, deve) ile sağlıyorlar. Zaten Afrika’da hayvancılık denince akla ya Masai’ler ya da Turkana’lar gelir. Otlak alanları nedeniyle zaman zaman bazı kabilelerle savaşlar yapmışlar.
Göl bölgesinde yaşıyorlar ama, balıkçılık yaptıkları pek söylenemez. Balık yeme konusunda bir tabuları var. Erkekler başlarını çamurla kaplıyor ve maviye boyuyor. Bunun gök tanrıça ile ilgili bir anlamı olabilir. Kadınlar boyunlarına halkalar takıyor. Sünnet geleneği yok.
1 Kasım 2010 Pazartesi
BARIŞ EVLİLİK VE HASAT KARDEŞLİĞİ
Farsçada ve Kürtçede barış için "aşeti, aşti" derler. Nuzi antik kentinden çıkmış olan tabletlerin çözümlenmesinde görülmüştür ki, Akkadlar, evlilik için, "aşşutu" deyimini kullanmışlar. Yapılan barış antlaşmaları gereği savaşan taraflar birbirlerine kız verirlerdi. Böylece yapılan evliliklerle barış iyice tesis edilmiş olurdu. Farsça'daki ve Kürtçe'deki barış anlamındaki kelimelerin kökeni bu olsa gerek.
Aşşutu ile zaman zaman aynı anlamda kullanılan bir diğer Akkadca kelime de "haşaddu". Hasat ise; "eşadu"! Yani barış, evlilik ve hasat kardeş sözcüklerdir. Hint-Avrupa dillerinden olan Kürtçe ve Farsça da Mezopotamya'nın Sami ve Sümer kökenli dillerinden beslenerek zenginleşmiştir.
Aşşutu ile zaman zaman aynı anlamda kullanılan bir diğer Akkadca kelime de "haşaddu". Hasat ise; "eşadu"! Yani barış, evlilik ve hasat kardeş sözcüklerdir. Hint-Avrupa dillerinden olan Kürtçe ve Farsça da Mezopotamya'nın Sami ve Sümer kökenli dillerinden beslenerek zenginleşmiştir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)