Eğriler, yanlışlar değil; yazılardır, doğrular da kurallar değil; okumalardır, yorumlardır...
12 Aralık 2012 Çarşamba
GELENEK GÖRENEK NEYSE NAMUS ODUR!
Eski Yunancadaki “ νομός (nomos) kelimesi, “gelenek – görenek, töre, toplumsal kural, kanun” anlamlarını taşırdı. Arapça’daki “namus”un kökeni de budur. Yunanca’daki “νομίζω” (düşünmek, inanmak) sözcüğü de yine “νομός” ile ilişkilidir; devletin çıkardığı paraya halkın inanması, güvenmesi gerekir, bundan dolayı, yasal paraya “νόμισμα”, (nomisma) denir, eski paralarla ilgili bilim dalının adı olan “nümizmatik” (fr. Numismatique) de bundan türemiştir.
Farsça’dan dilimize geçen “namaz” sözcüğünün de “ νομός” ile köken bağı olması kesin değildir. “Namaz”, Sanskritçe “namas” (boyun eğerek saygı gösterme) sözcüğü ile ilgilidir.
30 Kasım 2012 Cuma
MARS – HAWAİ KARDEŞLİĞİ
NASA’da Mars toprağı üzerine araştırma yapan bilim adamları ilginç bir bilgiye ulaştı. X ışını kırınımı yöntemi ile incelenen Mars’tan alınan mineral örneklerinin, bazalt, feldispat, piroksen ve olivin benzerlikleri gösterdiği görüldü. Bunlar ise, Hawai’nin volkanik toprak yapısına çok yakın.
5 Eylül 2012 Çarşamba
AMERİKAN DOLARININ SEMBOLÜ HERKÜL’LE İLİNTİLİ
Yunan mitolojisi’ndeki Herakles, Roma mitolojisindeki Herkül veya Fenike mitolojisindeki Melkart yüzyıllar boyunca geniş bir coğrafyada birçok toplum tarafından tapınılan aynı tanrı karakteriydi. Fenikelilerin Kartaca kolonisi Cebel-i Tarık boğazına hakim olduğu zamanlarda Kartacalılar, boğazın iki tarafındaki kayalıklara “Melkart sütunları” derdi. Romalılar için ise buralar “Herkül” sütunları idi. Herkül sütunları, ilk önce Meksika’ya yerleşen İspanyolların parasına sembol oldu. Paralel iki dik sütun Herkül sütunlarının simgesiydi. Onları çevreleyen çelenk de, parada “S” şeklinde gösterildi. İspanyol parası Peso için “sekizlik” denirdi. İlk olarak Meksika’da kullanılan dolardaki bu çevrinti, aynı zamanda sekizi de simgeler. Bu para ve simgesi ($) daha sonra ABD’liler tarafından benimsenerek, ulusal paralarında kullanıldı.
1 Eylül 2012 Cumartesi
KIZILBAŞ ADI NEREDEN ÇIKMIŞTIR?
Şeyh Safiyüddin İshak’ın kurmuş olduğu Safevî tarikatı bir zaman Türkmen boylarını çok etkilemişti. Türkmenlerin askerlikteki başarıları da Safevilerin egemenliklerini sürdürmelerine yaradı. Bu boylar, Azerbaycan’dan, Doğu Anadolu’dan, Kuzey Suriye’den geliyorlardı, namları Ustacalu, Şamlu, Rumlu, Tekelü, Zülkadirli, Avşar, Kacar, Varsak, Karacadağ Sufîleri idi. Şeyh Safiyüddin İshak’ın torunu Cüneyd, Trabzon’da Akkoyunlu Uzun Hasan’ın kız kardeşi Hatice Begüm’le evlenmiş, üç yıl Diyarbakır’da yaşadıktan sonra, Şirvanşah’a karşı savaşırken öldürülmüştü. Müridleri de onun oğlu Haydar’a bağlandılar. Uzun Hasan da Haydar’a hem askeri destek verdi hem de onu kızıyla evlendirerek Erdebil’e yerleştirdi. Şeyh Haydar’ın hükümdarlığı zamanında bu tarikat bir Gaziler hareketine dönüştü. Haydar taraftarları, başlarına on iki dilimli kırmızı bir serpuş giyiyorlardı. “Tâc-ı Haydarî” de denen bu başlıktan dolayı onlara “kızılbaş” denmiştir.
31 Ağustos 2012 Cuma
“MOBESE” ADI, BİR KISALTMADAN ÇIKMIŞTIR
Sokakları izleyen kamera sistemlerine Türkçe’de “Mobese” deniyor. Bu ad, Türkçe dil kurallarına uymamakta. Tek başına bir anlam da ifade etmemekte… Nerden çıkmıştır peki bu ad? MOBESE, bir kısaltmadır, ama “mobil elektronik sistem entegrasyonu”nun kısaltması değil. Neyin kısaltması olduğunu Cüneyt Özdemir’in “Önemli İşler Dairesi” adlı kitabından öğreniyoruz:
“1997 yılında Emniyet İstihbarat’ın teknikerleri “polnet bir network”ünü kurmuşlardı; bir nevi farklı bir internet erişimi olan bu sistemi ilk başlarda evrak alışverişinde kullanıyorlardı. 2003 yılında ise MOBESE’yi kurdular. MOBESE kelimesi, aslında projeyi yürüten altı istihbaratçının adının baş harflerinden oluşuyordu…
Mustafa, Osman, Basri, Erdoğan, Süleyman ve Erin, İstihbarat Daire Başkanlığı Bilgi İşlem ve Teknik Şubesi’nde görevliydiler. MOBESE 2003 yılında “mobil uygulamalar” dalında 261 katılımcı arasından Türkiye birincisi seçilecek kadar iyiydi. Resmi açılımı Mobil Elektronik Sistem Entegrasyon- yani kısaca MOBESE olarak veriliyordu.”
14 Temmuz 2012 Cumartesi
NEDEN ANT ETMEK DENMEZ DE ANT İÇMEK DENİR?
Türkçede “yemin edilir”, “söz verilir” de aynı anlama gelen diğer deyim neden “ant içmek” olarak kullanılır? Eski Türklerde ve Moğollarda (hatta İskitlerde) kan kardeşliği adeti vardı. Kan kardeşi olacak iki kişi kanlarını akıtır, akan kanlarını kımıza katarak bunu aynı kaptan içerlerdi. Kan kardeşliğine ve bu törene “anda” denirdi. Kaşgarlı Mahmut zamanına gelince, “anda”, “and” sözcüğüne dönüşmüştür. Ant içmek anlamında Uygurcada, “andıkmak“, Moğolcada da “andagamak“ kullanılmaktadır. Kan kardeşliği töreni bir tür yemin töreniydi. Kan kardeşi olanların aynı kaptan içmeleri töreni bütünlüyordu, bundan ötürü “anda” ya da “and” içmek eylemi ile kullanılmıştır. "And" kelimesi daha sonra yazımda "Ant" olarak yer almıştır. “Ant kardeşi” deyimi de “kan kardeşi” anlamındadır.
11 Haziran 2012 Pazartesi
YUNAN NE DEMEK YUNANLI NE DEMEK?
“Amāna-Ḥātpa” , ya da 3. Amenhotep, ya da Amenofis III; eski Mısır kayıtlarındaki dokuzuncu firavun… M.Ö. 1391 – 1353 arasında hüküm sürmüştü. Mitanni’den (şimdiki Güneydoğu Anadolu, Suriye ve kısmen orta Anadolu) ve Arzava’dan (şimdiki Göller bölgesi) kız alıp evlenmişti. Adına yaptırdığı tapınakta Mısır’ın yabancısı olan Anadolu halklarını saymış: Luviler, Mitanniler… bir de Iunia A’lılar. “A” büyük anlamına geliyordu: Büyük Iunia… Helen yazıtlarında “Ionia” olarak sayılan yerin (bugünkü İzmir ve cıvarı) tarihteki en eski kaydı buydu. O halde, Iunia has Anadolulu idi çünkü kaydın zamanı, Yunanistan’dan Anadolu’ya yapıldığı belirlenen göçlerden yüzyıllarca öncesine denk geliyordu. Helen metinlerinde geçen Ionia halkı için Persler, “Yon”, ya da “İon” diyorlardı. Daha sonraki yıllarda Farsça ile birlikte Arapça’da da “Yonan” adı kullanıldı. Türkçe’ye de “Yunan” olarak geçti. Yunanlar kendilerine “Elen”, ülkelerine “Ellas” derler. Türkçe’de o topraklara neden Yunanistan, halkına da neden “Yunan” denmiştir ve neden hala böyle denir belli değil. Yunanlı sözcüğü “Yonyalı” ya da “Yunyalı” sözcüğünden bozularak gelmiş olmalı.
27 Mayıs 2012 Pazar
GALATA ADI NEREDEN GELİYOR?
Galatlar, Keltlerin doğuya göç etmiş boylarının ortak adıydı. Göçebe ve savaşçı kavimlerdi. Ölümüne dövüştüklerini ifade etmek amacıyla çıplak olarak savaşırlardı. Bergama’da ortaya çıkan “Zeus sunağı”ndaki “ölmekte olan Galat savaşçı” tasviri çıplaktır. Galatlar Anadolu’ya batıdan göç ederek gelip yerleşmişlerdi. Onlardan kalan her hangi bir yazılı kaynak olmadığı için haklarında dolaylı yoldan bilgi edinilebilmiştir. Günümüze kadar gelen bazı yer isimlerinin Galatlarla ilgili olduğu bulunmuştur. Örneğin, Gelibolu.
1682 yılına kadar yarı özerkliği olan Galata’nın adı, Konstantinopoli kurulmadan önce o yörede yurt kurmuş olan Galatlardan gelmektedir. Yunanca kökenli olduğunu iddia edenler, "sütlüce” anlamına geldiğini söyler - eskiden bu mahallede süt satıldığı için... Oysa, Galatların buradaki yerleşimleri hakkında tarihi kaynaklar vardır.
19 Mayıs 2012 Cumartesi
HOW TO SPELL NAMES IN TURKISH?
The Turkish language is read as written. Of course, the prononciation is different from English. Furthermore, when making somebody write Turkish names, people tell some place names, especially the cities of Turkey: For exemple, if someone ask you how to write "Filiz", you spell like this: Fatsa, İzmir, Lüleburgaz, İzmir, Zonguldak. In other words, you make acrostic.
28 Nisan 2012 Cumartesi
"DAYAK CENNETTEN ÇIKMADIR" NE DEMEK?
Sözcükler kullanılageldikçe anlam kaymalarına ve değişikliklerine uğrarlar. "Dayak" sözcüğü de böyledir. İlk kullanımlarda anlamı "dayanak" olan ve "taya" kökünden gelen dayak, zamanla yalnızca mecazi anlamı ile kullanılır olmuştur. 14. yüzyıl şairlerinden biri, "hayatım direği canım tayağı" der. "Tayak" ya da "dayak" aslında dayanak, sopa, çubuk anlamlarında iken, daha sonra "dövme", "sopalama" anlamlarında kullanılır olmuştur. Bu ise, "dayak cennetten çıkmadır" atasözündeki anlamın tamamen farklı algılanması sonucunu getirmiştir. Bu atasözü, "dayak" sözcüğünün "dayanak", "çubuk", "asa" anlamlarında kullanıldığı zamanlarda ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla, "dayak cennetten çıkmadır" atasözündeki "dayak" sözcüğünün anlamı, "asa"dır. Yani peygamberin asasıdır... Arızalı algı sahipleri, vurmaya dövmeye bir de dini hava vermek için bu atasözünün anlamını çarpıtarak kullanmışlar ve böylece yaygınlaştırmışlardır.
27 Nisan 2012 Cuma
YONTUCU, AĞAÇ OYUCU DEMEKTİR
“Yontucu” sözcüğünü bugün, “heykeltıraş” karşılığında kullanıyoruz. Oysa, bu sözcük başlarda “ağaç oyucu” anlamında kullanılmıştır. Yontmak sözcüğü de “ağaç”tan türemiştir:
Türkçe, Tatarca ve Türkmence’de “ağaç” olan kelime, Azericede “ağac”, Başkurtçada “ağas”, Kazakçada “ağaş”, Kırgızcada “cığaç”, Uygurcada “yağaç”tır. Macarca’da ise yïğaç olarak görülür.
“Yonga” ise, “ağacın traş edilmiş parçası” anlamına gelen Kıpçakça sözcüktür. Ağacı traş edene de Macarca’da ”yïğaççi”, dendiği gibi, “yonğuci” de denir. “ağaç”tan “yonga” çıkmış, “yongucu” da zamanla “yontucu” olmuştur. Zamanla, ağaç oyma benzeri bir iş olan taş oyma ile uğraşana da “yontucu” denmiştir.
Nişanyan, “yontu” sözcüğünün “yon”dan gelen bir galat olduğunu ileri sürer. (“yon” nerden gelir açıklamaz!) Oysa dil izleri, daha geniş bir uzamda incelendiğinde bazen daha iyi seçilir.
26 Nisan 2012 Perşembe
AY ÇIKTI MI SERİNLETİR, IŞIĞINDA SERENAD DİNLENİR!
Türkçe’nin geçmişine uzanırken başvurulan kaynaklardan bazıları da eski Moğol yazıtlarıdır. Moğolca, Türk dilleri ile ortak kökene sahip olduğu ve diğerlerine göre daha az dış etkiye maruz kaldığı için geçmişin izlerini daha çok taşır. Bu özellik, göç ve zaman erozyonuna uğramış sözcüklerin nerden nereye geldiğini anlamamıza yardımı olur.
Ay için, eski Moğolca’da, “sara” denir. Türkçe’de olduğu gibi, hem zaman birimi olan ay için, hem de gökteki ay için kullanılır. Bazı ağızlarda “saran” dendiği de olur. “Ay ışığında” anlamında da “saraDu”, “sarata”, “sara’t’a” sözcükleri vardır.
Moğolca’da, ay anlamındaki “sara”dan gelen “sarge”- fiil kökü, “uyandır-“, “farkettir-“ olarak çevrilebilir. Aynı kökten gelen “sari-“ de “uyan-“, “ayıl-“ olarak çevrilir. Bu fiiller, anlam bakımından, ay ışığının aydınlatıcı, karanlıkta algı açıcı etkisi nedeniyle türemiştir.
“Uyanık”, “açıkgöz”, “akıllı” anlamlarındaki “sargu”, “sergeg”, “sergek”, “sergüleng” sözcüklerini de benzer biçimde değerlendirebiliriz.
“sargu” sözcüğü ayrıca “ışığa yönelmiş” ve “sergilenmiş” anlamlarına gelir. “yüzünde”, “yönünde” anlamındaki “esergü” de aynı kökten gelir. Bunlar Türkçe’deki “sermek”, “sergi” sözcüklerinin de sara (ay)dan yola çıkarak, “ışığa koymak” anlamında türediğini gösterir.
Moğolca “serigün” ve “sarin” sözcükleri de “sara” (ay)dan türemiştir; “serin”, “rahatlatıcı” anlamlarına gelmektedir. Türkçe’deki “serin” sözcüğü de buradan gelir; sıcak günlerin akşamlarında ayın çıktığı saatlerde havanın soğumasıyla ferahlatıcı etkisine atıf yapılarak türetilmiştir.
Moğolcadaki “sere-“ “sari” fiil köklerindeki “r” sesi, bir çok örnekte olduğu gibi, batıya gelince “z”ye dönüşmüş ve Türkçe’de “sez-“ haline gelmiştir. “Sezmek” ve ondan türemiş olan “sezgi” de “aymak” sözcüğünde olduğu gibi, sara yani ay ile ilgili olarak ortaya çıkmışlardır; anlam bakımından ay ışığının aydınlatıcı etkisi ile açıklanabilirler.
Peki dilimize batı dillerinden giren “serenad”ın geçmişinde nasıl bir izleği vardır?
Serenad, akşam ay ışığında! sevgilinin penceresi altında yapılan müziktir, “serus” sözcüğünden türemiştir. Latince akşam anlamına gelen “serus” ve akşam serinliği anlamına gelen “serenus”un izleğini batılı dilbilimciler bugüne kadar açıklamakta zorlanmış ve “ekin ekmek” anlamına gelen “sero”ya bağlamış, bırakmışlardır. Latince serus,daha sonra Fransızca’da “soir”, İtalyanca’da “sera”, Portekizce’de “serão”, Venedik dilinde “séra”ya dönüşmüştür.
31 Mart 2012 Cumartesi
TOPLUMLARI GELECEĞE TAŞIYAN, HAYATTA KALMAYI SAĞLAYANLARDIR
Tarih, yok olmuş canlılarla, yok olmuş türlerle, yok olmuş topluluklarla, yok olmuş dillerle doludur. Bugün var olanlar, ayakta kalmak için mücadele edebilmiş olanlardır, sahip çıkılmış, korunabilmiş olanlardır. Şehitler hakkında edebiyat yaparken ve politika yürütürken, bu gerçek göz önünde tutuluyor mu? Politikacıların, din bezirganlarının, kimi edebiyatçı ve gazetecilerin, “şehit” ve “fedai” kavramlarını körü körüne kullandıklarına çok rastlıyoruz. Şehitlik, fedakarlık gibi durum ve davranışlar, insanlara, yalnız başına ve neredeyse amaçmış gibi sunulmamalı ve insan hayatını değersiz göstermekten kaçınılmalıdır. İnsan, toplum ve vatan sevgisi, intihara ya da aynı anlama gelebilecek davranışlara özendirmeden de ele alınabilir. Körü körüne canını sunan, tehlikeye atan insan yerine teknik öğrenen, bilimsel davranan, bilgisini, deneyimini artıran, bunları toplum yararına kullanabilen, kendini ve toplumunu geliştirip, yarına daha iyi taşıyabilen insan davranışları örnek gösterilmelidir.
TANRILAR GERÇEKTE YAŞAMIŞ İDİ
Ne kadar şaşırırız eski çağlarda insanların çok sayıda tanrıya olan inançlarına… İnsanın düşünce ve inanç tarihi çeşitli aşamalardan geçmiştir. Eski insanların düşünce ve algılayış biçimleri bizimki gibi değildi. İnsanın düşünce ve inanç gelişimi, bugünkü düzeylere ulaşana kadar somuttan soyuta doğru türlü evreler geçirdi. Geçmişteki tanrı ve din inancı bugünkünden farklıydı. Tanrı ve din kavramları bizim bugün kafamızda şekillenenden daha değişik haldeydi. Tanrılara olan inanç, atalar kültünden gelir. İnsanlar geçmişte yaşamış olan lider ve yöneticilerini, toplumda etkileri olmuş insanları, ölümlerinden sonra “tanrı oldu” diye anıyorlardı. Birçok Hitit tabletinde ölen kralları için “tanrımız oldu” şeklinde ifadeler kullanılmıştır. “Tanrı” o çağlarda yaşayan insanlar için “güç” anlamına gelmekteydi. Tanrılar; güneş, ay, yıldızlar, fırtına, yağmur gibi güç kaynaklarıydı, atalar da öldükten sonra yakınlarını koruyacak olan güçlere dönüşüyordu. Bunun içindir ki,Hititler kendilerine “bin tanrılı” diyorlardı. Eski Yunan kaynaklarında da, tanrıların başlarından geçen öyküler anlatılır ve sonunda da gökyüzündeki yıldızlardan birine dönüştüğü belirtilir, “O gökyüzünde bir yıldız oldu” denilir…
20 Mart 2012 Salı
EMPERYALİST DÜŞLERDE BİR DEĞİL, İKİ ERMENİSTAN KURMA GEÇİYORDU…
1920 yılının Amerikan basını incelendiğinde görülüyor ki; emperyalist planlarda Anadolu’da iki tane Ermenistan kurulması vardı.
San Remo Konferansı’nda ABD’nin mandası altında bir Ermenistan kurulması fikri ortaya sürüldüğünde, Başkan Wilson, bunu memnuniyetle karşılamıştı. Yalnız akılları kurcalayan bir sorun vardı: Ermenistan’ın sınırı neye göre belirlenecekti? Ermenilerin yaşadıkları yerlerin tarihte bile belli bir sınırı yoktu ve buralarda tek başlarına yaşamamışlardı ve aynı toprakları çoğu zaman başka etnik unsurlarla paylaşmışlardı…
Bir zaman sonra, ABD basınında şu görüş ortaya atıldı: iki Ermenistan kurulmalıydı. Büyük olanı, Erzurum ve civarından başlayarak doğuya uzayacaktı (ve mümkün olduğunca geniş tutulmalıydı!), diğeri yani küçük Ermenistan da, Anadolu'nun Akdeniz kıyılarına uzanacak, İskenderun Körfezi’ne inecekti.
Buralarda yapılacak yol, imar ve demiryolu işlerine de Amerikalılar peşinen taliptiler…
8 Mart 2012 Perşembe
ACI KAYISI ÇEKİRDEĞİ ACI SONUNUZ OLABİLİR!
Şeker hastalığına iyi geldiği söylenen zerdali çekirdeği, çok yenmesi durumunda zehir etkisi yapmakta… Kayısının acı olan çekirdeğinden üç taneden fazla yememek gerekiyor, çünkü siyanür içeriyor… Kayısının meyvesinde ya da tatlı kayısı çekirdeğinde olmayan bu madde, acı kayısı çekirdeğinde doğal olarak bulunuyor. Kanada’da yaşanan bir zehirlenme olayından sonra, sağlık koruma kurumları, tüketicilere bu yönde uyarılarda bulundular.
12 Şubat 2012 Pazar
BİR ZAMANLAR AYDIN’IN ADI KAYSERİ, ANKARA’NIN ADI SİVAS İDİ…
Bugünkü Kayseri’nin adı, Caesarea sözcüğünden dönüşmüştür. Kısaca Sezar olarak bilinen Gaius Iulius Caesar’dan sonra da bu ad Romalı hükümdarlarca kullanılmıştır. Sezar’ın kendisi bu adın,“fil (öldüren)” anlamında olduğunu belirtmiş. Zaman içinde “kral”, “hükümdar” anlamı kazanmıştır. Romalı ve Doğu Romalı hükümdarlar da, hizmet getirdikleri bazı kentlere de bu adı vermişlerdir.
Bugün Aydın ilinde bulunan, Tralleis kenti, M.Ö. 26 yılında büyük bir depremde yerle bir olmuş, ve yeniden inşa edilmiştir. Yeniden kurulduğunda ise, 30 yıl kadar bir süre Caesarea ismini taşımıştır.
Bugünkü Sivas’ın adının ilk hali olan Sebaste de Romalılar zamanında birden fazla yerde kullanılmıştır. Bunlardan biri de bugünkü Ankara’dır. Sebaste, ”majestenin kenti” anlamına gelen Augusta’nın Yunanca çevirisidir. Augusta’nın kökenine bakılınca, “adanmış yer, kutsal yer” anlamına gelir.
7 Şubat 2012 Salı
MASA, “KURBAN SUNAK YERİ” İDİ…
Osmanlılarda yemek yemek için masa kullanma adeti 19. Yüzyılda ortaya çıktı. Batılılardan görüp benimsenilmiş olduğu için, “masa” olarak adlandırılan bu eşyanın adının Latince kökeni “mensa” idi. Mensa, yemek yenen masa için kullanıldığı gibi, kimi yerde, “alter” olarak da adlandırılan kurban sunak yeri için de kullanılıyordu. Bu kullanım ise, İsa’nın son yemeğine ve ” insanlık için kurban edilmiş olduğu” inancına bağlı idi…
24 Ocak 2012 Salı
TÜRKÇE’DE ORGAN ADLARI
Türkçe’de organ adları, “n”, “k”, “l”“ş”, “z” ile biter:
Burun, karın, boyun, alın, taban, bıkın (bel), yan, erin (dudak), yağrın (sırt), aşkazan (mide), eğin (arka, sırt).
Kol. bel, el, gönül
Ayak, bacak, parmak, kuyruk, bağırsak, damak, dalak, dudak, yürek, iyek - enek (çene), emçek (meme)...
Boğaz, ağız, omuz, yüz…
Diş, baş, kaş…
Burun, karın, boyun, alın, taban, bıkın (bel), yan, erin (dudak), yağrın (sırt), aşkazan (mide), eğin (arka, sırt).
Kol. bel, el, gönül
Ayak, bacak, parmak, kuyruk, bağırsak, damak, dalak, dudak, yürek, iyek - enek (çene), emçek (meme)...
Boğaz, ağız, omuz, yüz…
Diş, baş, kaş…
7 Ocak 2012 Cumartesi
AMERİKA’NIN MEYVE TARİHİ – 2 (İzmir’in incirleri / arıları)
Yeni kıtanın keşfinin ardından, buranın ikliminin ve toprağının elverişliliğini artırma çabaları kesintisiz şekilde sürdü. Meyve ağaçlarını bodurlaştırmadan başka, Avrupalıların ağız tatlarına uygun meyve – sebze yetiştiriciliği de önemli uğraşlardan biriydi. Amerikalılar, incir, özellikle de İzmir inciri yetiştirebilmek için uzun yıllar çaba harcadılar.
19. yüzyılın sonlarında ABD, kuru İzmir inciri ithalatına yılda yaklaşık 700.000 dolar harcıyordu. Amerika’da yetiştirilen incir daha ucuz olmasına rağmen tatsız, lezzetsiz olduğu için tercih edilmemekteydi. Özellikle California incir yetiştirme için uygun iklim koşulları taşıyordu ama, buranın incirinin değeri, ton başına 200 – 400 dolardı.
İncir kalitesini artırmak için 1880 yılında ABD’ye İzmir’den, aşılama için incir dalı getirildi. Aşılama yapıldı ama, incir istenen kalitede olmadı; tatsız ve buruşuktu. Amerikalılar, yine de, kendi topraklarında kaliteli İzmir incirini üretme çalışmalarından vazgeçmediler. Konu üzerine kafa yoran bilim adamları, gerçek bir aşılama için, “Blastofaga grossorum” denen küçük arı cinsine ihtiyaç olduğuna karar verdiler. Bu arılar İzmir incirinde yaşıyorlardı. Erkeği, incirin erkek kısmında, dişisi de incirin dişi çiçeğinde yaşıyordu. Yalnızca dişisinde kanat olan bu cins arılar baharda çiftleştikten sonra incirin de döllenmesini sağlıyorlardı… Bu küçük arıların ABD’ye gelmesi, 1891 Temmuz’unu bulmuştu. Ancak küçük hayvancıklar, bu yabancı topraklara zamansız gelişlerini canlarıyla ödediler; aç ve açıkta kaldıkları için telef oldular.
Daha sonra bir parti arı daha İzmir’den getirildi. Bu defa, dış etkilerden korumak için kavanozlara yerleştirildiler. Ancak çıkarıldıkları zaman, incir ağacından beslenemeyecek kadar bitap düşmüşlerdi. Onlar da öldüler.
Bir incir yetiştiricisi, bunun üzerine, İzmir incirini tüy yardımı ile suni olarak döllemeyi denedi. Ancak başarılı olamadı. Konuya Amerikan Tarım Bakanlığı el attı ve arıların ithal edilerek ABD üzerinde hayatta kalmaları için çalışmalar başlattı. Bazı bilim adamları özel görevle doğuya (tabii Anadolu’ya) gönderildiler ve aylar süren gemi yolculukları yaparak, incir ve arı örnekleri topladılar. Bu örneklerden bir oğul üremeyi başardı ve sonunda 1899 yılında İzmir inciri ABD topraklarında döllenebildi.
İzmir inciri adıyla bilinen incir aslında Aydın’da yetiştiriliyordu. İzmir’de gemilere yüklendiği için bu isimle anılıyordu. Aşı dalları, koruma altında olmasına rağmen, yurt dışına çıkarılabilmesi için belgelerde ABD’liler tarafından“meyankökü” olarak belirtilmişti. Ancak gümrükçüler sonradan durumu anladılar. İstanbul’da, 18 Aralık 1886’da konu ile ilgili yayınlanmış olan bir makalede “nasıl olsa tutmaz” görüşü işlenmişti…
19. yüzyılın sonlarında ABD, kuru İzmir inciri ithalatına yılda yaklaşık 700.000 dolar harcıyordu. Amerika’da yetiştirilen incir daha ucuz olmasına rağmen tatsız, lezzetsiz olduğu için tercih edilmemekteydi. Özellikle California incir yetiştirme için uygun iklim koşulları taşıyordu ama, buranın incirinin değeri, ton başına 200 – 400 dolardı.
İncir kalitesini artırmak için 1880 yılında ABD’ye İzmir’den, aşılama için incir dalı getirildi. Aşılama yapıldı ama, incir istenen kalitede olmadı; tatsız ve buruşuktu. Amerikalılar, yine de, kendi topraklarında kaliteli İzmir incirini üretme çalışmalarından vazgeçmediler. Konu üzerine kafa yoran bilim adamları, gerçek bir aşılama için, “Blastofaga grossorum” denen küçük arı cinsine ihtiyaç olduğuna karar verdiler. Bu arılar İzmir incirinde yaşıyorlardı. Erkeği, incirin erkek kısmında, dişisi de incirin dişi çiçeğinde yaşıyordu. Yalnızca dişisinde kanat olan bu cins arılar baharda çiftleştikten sonra incirin de döllenmesini sağlıyorlardı… Bu küçük arıların ABD’ye gelmesi, 1891 Temmuz’unu bulmuştu. Ancak küçük hayvancıklar, bu yabancı topraklara zamansız gelişlerini canlarıyla ödediler; aç ve açıkta kaldıkları için telef oldular.
Daha sonra bir parti arı daha İzmir’den getirildi. Bu defa, dış etkilerden korumak için kavanozlara yerleştirildiler. Ancak çıkarıldıkları zaman, incir ağacından beslenemeyecek kadar bitap düşmüşlerdi. Onlar da öldüler.
Bir incir yetiştiricisi, bunun üzerine, İzmir incirini tüy yardımı ile suni olarak döllemeyi denedi. Ancak başarılı olamadı. Konuya Amerikan Tarım Bakanlığı el attı ve arıların ithal edilerek ABD üzerinde hayatta kalmaları için çalışmalar başlattı. Bazı bilim adamları özel görevle doğuya (tabii Anadolu’ya) gönderildiler ve aylar süren gemi yolculukları yaparak, incir ve arı örnekleri topladılar. Bu örneklerden bir oğul üremeyi başardı ve sonunda 1899 yılında İzmir inciri ABD topraklarında döllenebildi.
İzmir inciri adıyla bilinen incir aslında Aydın’da yetiştiriliyordu. İzmir’de gemilere yüklendiği için bu isimle anılıyordu. Aşı dalları, koruma altında olmasına rağmen, yurt dışına çıkarılabilmesi için belgelerde ABD’liler tarafından“meyankökü” olarak belirtilmişti. Ancak gümrükçüler sonradan durumu anladılar. İstanbul’da, 18 Aralık 1886’da konu ile ilgili yayınlanmış olan bir makalede “nasıl olsa tutmaz” görüşü işlenmişti…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)